“Dünyanın hangi ülkesindeki aydınlar, kendi etnik kimlikleri, kültürel kökleri, gelenekleri ve dinleri karşısında bu kadar derin bir yabancılaşma içindedir, bana söyleyebilir misiniz? Türkiye’de yaşanan gidişat kesinlikle hastalıklıdır ve yeryüzünde de bir benzeri daha yoktur.”
Edebiyat dünyamızın yıldızı giderek yükselen genç kuşak yazarlarından Meryem Aybike Sinan ile Türk aydınındaki kültürel yozlaşma ve bunun edebiyatımıza yansımaları üzerine geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
O, son bir kaç yıldır edebiyat dünyasında elde ettiği mütevazı kariyer ve şöhreti, kendi milletine karşı hastalıklı bir yabancılaşma duygusunu üstünkörü bir Türkçeyle kâğıda döküp dış kaynaklı pohpohlamalarla inşâ edenlerden değil. Yani, bu anlamda “sırtını ta Avrupa ve Amerika’lardan sağlama almış torpilli edip ve edibeler” listesinde yer almıyor. Şu ana kadar edebiyat adına her ne yaptı, ne başarı elde ettiyse hepsini dişiyle tırnağıyla ve yalnızca kaleminin gücüyle elde etmiş biri Meryem Aybike Sinan.
“Türkiye’ye düşman olmadan Türk yazarı olmaya çalışma mücadelesi”nin önüne çıkardığı bütün zorlukları tek tek, sabırla göğüsleyerek…
Özellikle öykü ve deneme alanında son yılların en başarılı bayan yazarları arasında gösterilen Meryem Aybike Sinan‘ın yıldızı, kültür ve sanatın diğer bütün alanları gibi edebiyatta da olanca şiddetiyle hissedilen “özbenlik reddiyesi”ne, sektörün kadim hastalığı durumundaki “sol hegemonya”ya rağmen her geçen gün biraz daha parlıyor.
“Hayat Gerçeğe Yürür” adlı ilk öykü kitabı geçtiğimiz yılbaşında piyasaya çıkan genç yazar, edebiyat dostlarından gördüğü samimi ve yoğun ilgi nedeniyle, eserlerinin basımını üstlenen Akış Yayınevi‘nden, çok kısa bir süre sonra ikinci eserinin yayımı için de teklif almış. Böylelikle, yazarın ilk kitabı bir buçuk ayda ikinci baskısına ulaşırken, “Hüzün Şebneme Benzer” adlı yeni çalışmasının da bugünlerde rafları süslemeye başladığını görüyoruz.
Nitekim, her iki eserinin ardarda piyasaya çıkmasıyla birlikte, çeşitli radyo ve televizyon kanallarındaki kültür-sanat programlarından aldığı davetler de gitgide artan bu ilginin bir başka kanıtı. Onu geçtiğimiz haftalarda önce Hilâl TV‘de Arzu Erdoğral‘ın hazırlayıp sunduğu “Çay Saati” programında, ardından da Mehtap TV‘de Ramazan Ümit Şimşek‘in konuğu olduğu “Çınaraltı”nda izleme imkânı bulduk. Sinan, katıldığı her iki programda da Türk dili ve edebiyatı üzerine ilginç ve derinlikli görüşleriyle izleyenlerin dikkatini çekerken, aynı süreçte düzinelerce radyo programına da konuk oldu.
‘Malatya’nın çok kültürlü ikliminde yetiştim’
Kimi prestijli edebiyat sitelerinde sadık okurları tarafından kendisine “Türkçe’nin yeni sultanı” ve “kadife üslûplu öykücü” gibi nitemelerde bulunulan bu genç ve yetenekli bayan yazar sorduğumuz ilk soru, onun hayata ve edebiyata bakışının da bir tür özeti aslında…
“Malûm, ülkemizde hemen her şey gibi edebiyat dünyası da alabildiğine siyasallaşmış durumda. ‘Sol edebiyat’ ve ‘sağ edebiyat’ gibi iki ana akım, iki temel kavram var karşımızda. Bu ise sanatın kuşatıcılığı adına çok arzu edilen bir durum olmasa da artık ne yazık ki bir realite. Pekiyi ya siz, kendinizi kültür ve sanattaki duruşunuz açısından bu yelpazenin neresinde konumlandırmaktasınız?” diyoruz Sinan’a…
“Ben bir Doğu çocuğuyum” diyor göz bebeklerine kadar işlemiş bir samimiyetle, “Doğulu olmaktan alabildiğine memnun bir Doğu çocuğuyum. 1975 yılında, Kürtler ile Türkler’in yüzlerce yıldır birarada ve kardeşçe yaşadıkları Malatya’da dünyaya geldim. Köken itibarıyla Türk’üm ve bununla da gurur duyuyorum. Fakat, yetişme çağlarımda, Malatya’nın -başlangıcı ta Selçuklu medeniyetine kadar uzanan- o gıpta edilesi çok kültürlü atmosferinden yoğun biçimde etkilendim. Yazı serüvenimin temellerini de uyum içindeki bu çok kültürlülüğe duyduğum derin hayranlık atmıştır aslında…
Bahçeli bir evimiz vardı Malatya’da. Ve pek çok farklı etnik kökenden gelen iyi kalpli, çalışkan, dürüst, yardımsever komşularımız… Kürd’ü, Alevî’si, Ermeni’si, Süryanisi’yle, hepimiz Malatyalı’ydık. Tıpkı bir zamanlar hepimizin Selçuklu ya da Osmanlı tebâsı olduğumuz gibi. Bir güne bir gün de babamın yakın çevremizdeki o kişilerle tatsız bir olay yaşadığını hatırlamıyorum.
Çocukluk ve gençlik yıllarım boyunca, bu ülkenin kültürel mozayiğini yeryüzünde benzersiz kılan tılsımın kaynağının, farklı dinler ve etnik kimliklere sahip bütün o insanlar olduğunu, bunların her birinin söz konusu mozaik içinde bütünü tamamlayıcı birer rolü bulunduğunu gözlemledim. O yüzden de hepsini ayrı ayrı sevdim. Zaten, sonradan bir çok öykü ve denememi de yakın çevremde gözlemlediğim bu rengârenk karakterlerin gerçek hayatlarından esinlenerek yazdım. “
“Öğretmen kökenli edebiyatçı” geleneğinin son halkası
Son derece zengin bir kütüphaneye sahip, her sabah en az üç-dört tane günlük gazete okunan bir evde büyümenin avantajını yaşayan Sinan’ın edebiyata düşkünlüğü de yine aile ocağındaki bu kışkırtıcı atmosfer sayesinde ortaya çıkmış. İlkokul, ortaokul ve lisede adım adım artarak devam eden bu düşkünlük de onu 1990’ların başlarında, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’ne yönlendirmiş.
“Başarılı bir yükseköğrenim sürecinden sonra, 1990’ların ikinci yarısında ‘Türkolog’ unvanıyla mezun oldum bu okuldan” diyerek sürdürüyor konuşmasını, “Bitirme tezim ‘Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiirleri Üzerine Bir İnceleme’ başlığını taşıyordu. Sonrasında ise daha profesyonel bir anlayışla öykü ve denemeler yazmaya devam ettim.
Kendimi daha lisedeki öğrencilik yıllarımdan itibaren daima ‘milliyetçi ve muhafazakâr’ çizgide bir insan olarak tanımlamışımdır. Mensup olduğu kavmin insanlık ailesi içindeki gerçek değerini İslâmiyetle şereflendikten sonra bulduğuna inanan, kendisini var eden etnik ve kültürel kökleriyle de diniyle de alabildiğine barışık bir Doğu ülkesi yazarıyım ben. Ruhumda çalkantılara yol açabilecek hiç bir kimlik bunalımım yok elhamdüllilah. Bu üslûp ve duruş içinde, edebiyattaki yoluma da aynı kararlılıkla devam etmekteyim. Belki benim ilerleyişim, küresel desteğe sahip bazı kalemşörler kadar hızlı olamayacaktır. Çünkü hem iç piyasada hem de yurt dışında bir Türk yazarının kendi değerleriyle barışık olmasının alabildiğine garipsenip kınandığı ve böyle bir bakış açısına otomatik biçimde cephe alındığı kültürel bir ‘fetret devri’ni yaşamaktayız. ‘Türkler’in tarih boyunca en büyük eğlencesi, zırt-pırt Ermeni ve Kürt kesmek olmuştur’ yazarak edebiyatın meşakkatli patikalarında bir anda uzun atlama yapanlar karşısında işimin hiç de kolay olmadığının farkındayım. Bu alanın baronlarının önüne aynı anda hem ilmî alandaki bir terakkiye, hem geleneğin güzel ve olumlu yönlerine, hem de bizi biz yapan inançlara bağlı, sentez bir kimlikle çıkmak epeyece gözükara olmayı gerektiriyor. Böyle bir tercih çoğu kez ‘aforoz’ ya da en hafif şekliyle ‘yok sayılma’ tehlikesini de beraberinde getirmekte çünkü.
Ama olsun; uğruna kesinlikle mücadele etmeye değecek güzellikte, ulvi bir dâvâ bu. Tanzimat’tan bu yana kafası alabildiğine karıştırılmış olan Türk milletinin, medyada dizginleri ellerinde tutan bunca ‘Batıcı’ karşısında, kendi değerleriyle barışık kadın ve erkek yazarlara artık eskisinden de şiddetle ihtiyacı var. Ben de ortaya koyduğum düşünceler ve eserlerle bu edebiyat cephesi içinde yer almaya adayım.”
‘Mermi sesleri’ arasındaki ilk öğretmenlik tecrübesi
Daha önce de vurguladığımız gibi, Meryem Aybike Sinan, kitapların ve okumanın çok sevildiği, bütün üyelerinin gündelik hayatta buram buram edebiyat soluduğu kalabalık bir aileden geliyor. Var olanla kanaat etmeyi bilen, dinine ve geleneklerine bağlı, o kalabalık mevcut içinde bile mutluluk ve huzur adına yine de sağlıklı bir armoni yakalayabilmiş örnek bir orta sınıf Türk ailesi. Ki zaman içinde, bu ailenin bütün üyeleri evdeki kadim geleneğe uyarak, eğitimlerini orta hâlli ekonomik koşullar altında büyük bir başarıyla tamamlamış ve bir bölümü de devletin çeşitli kurumlarında görev yapmaya başlamışlar.
Meryem Hanım da devletin “baba” olarak görüldüğü bu zinciri koparmamış, ‘Türkolog’ unvanını kazandığı yükseköğreniminden sonra Millî Eğitim Bakanlığı’na başvurarak lise edebiyat öğretmenliği kadrosu kazanmış. “İlk görev yerim Mardin-Nusaybin’di” diyor acı acı gülerek, “Gencecik, bekâr bir hanım öğretmen için oldukça zorlu bir görev yeriydi. Fakat, dedim ya, damarlarında doğuştan Doğululuk ruhu gezinen biriyim ben. Her ne kadar, kafamda yaşattığım kardeşlik bilincini yüzlerce yıl önce yakalamış olan o Doğu son yirmi yılda yerini daha farklı bir Doğu’ya bırakmış olsa da bu ilk görev yerimde acımasız gerçeklere karşı var gücümle direndim. Kendi Doğu algımı belleğimde inadına inadına yaşatarak görev yaptım Nusaybin’de… Ayrılıkçı terörün gemi iyice azıya aldığı bir dönemde, her iki-üç gecede bir makineli tüfek ve bomba sesleri arasında ifâ ettiğim ‘Şark Hizmeti’, sıkıntılı ama o oranda da eğitici bir süreç oldu benim için. Pek çoğu yoksulluğun dibine vurmuş Kürt çocuklarından oluşan yüzlerce öğrenci yetiştirdim. Onlar beni sevdiler, ben de onları…. Birlikte şiirler, romanlar okuduk, güldük, eğlendik, bazen de ağladık. Nusaybin’in o çetin ceviz şartlarında bile, edebiyatın içinden türlü türlü lezzetler çıkardık. Kendimi o yıllarda ünlü ‘Ölü Ozanlar Derneği’ filminin idealist edebiyat öğretmeni (Robin Williams tarafından canlandırılan ‘John Keating’ karakteri) gibi hissederdim. Fakat, taraflar arasında böyle bir sevginin yeşermesini asla istemeyen şer güçler gördüm orada. Doğu’daki görev sürem bitince de öğrencilerimi, nefretten nemalanan, onların körpe beyinlerinin bilimle, sanatla, imanla ve sevgiyle değil gözleri kör eden bir hınçla dolmasını arzulayan, gençleri dağa kaldırıp eşkıya yapmanın derdindeki bu kesimlerin ellerine bırakıp İzmit’e tayin oldum. Son 6-7 yıldır da benim gibi eğitimci olan eşimle birlikte bu kentte görev yapmaktayım.”
Üslûbunun kıvraklığı çocukken keşfedilmiş
Meryem Aybike Sinan, ardarda yayımlanan iki kitabında ve internet âleminin en prestijli kültür-sanat sitelerinden biri konumundaki “Sanat Âlemi”nde her ne kadar erişkinlerin edebiyat beğenisine hitap ediyor olsa da onun bu alanın yakın takipçileri tarafından iyi bilinen bir diğer tutkusu da “çocuk edebiyatı” üzerine eserler vermek…
“Çocukları sevmeyen öğretmenlik yapamaz; çocuk edebiyatı alanında sağlam ve kalıcı eserler verilmeden de bir ülkenin millî edebiyat geleneği oluşturulamaz” diyen yazar, basılı bir yayında boy gösteren ilk eserini bundan uzun yıllar önce yine bir çocuk dergisi için vermiş. Henüz ortaokul yıllarında yazdığı bir öyküsünün o dönemin en popüler çocuk dergilerinden Türkiye Çocuk‘ta basılması, üstüne üstlük kendisine bunun için küçük bir de telif bedeli gönderilmesi, hiç unutamadığı yazarlık anıları arasında yer alıyor. Türkiye Çocuk’un sonraki dönemlerde de pek çok öyküsüne yer vermesinin yanısıra, yaşı ilerleyip kalemi kuvvetlendikçe çocuk merkezli eserleriyle daha bir çok süreli yayında da boy göstermeye devam etmiş Sinan…
Onun üslûbundaki zenginliği, anlatımındaki sıradışılığı keşfedip kendisine edebiyat dünyasında yeni bir açılım sağlayan en önemli kişi ise kültür-sanat câmiamızın saygın isimlerinden gazeteci-yazar ve edebiyatçı Mehmet Nuri Yardım olmuş. Genç yetenekleri erkenden keşfedip büyük bir alçakgönüllülük içinde topluma lanse etmesiyle tanınan Yardım, geçen yılın yaz aylarında bazı deneme ve öykülerini okuduğu Sinan’a, yöneticiliğini kendisinin yaptığı “Sanat Âlemi” sitesinde yazmasını teklif etmiş. Ve başlayış o başlayış… Anılan tarihe kadar düşük tirajlı dergilerde nisbeten daha dar çerçeveli bir okur kitlesine seslenen yazarımız, kalemiyle sivrilmeye aday pek çok yetenekli insana -soyadına lâyık bir tutum içinde- yeni kanallar açan Mehmet Nuri Hoca’nın teşvik ve öngörüsüyle kısa sürede yüzbinlere seslenmeye başlamış.
Son olarak da Akış Yayınları‘nın yöneticisi, popüler gençlik romanlarıyla tanınan gazeteci-yazar ve tecrübeli editör İsmail Fatih Ceylan‘ın “Bu güzelim yazılar unutulup gitmemeli. Deneme ve öykülerinizi belli aralıklarla yayımlamak istiyoruz” teklifiyle kitaplar doğmuş.
‘Çocukların eğitimi çok önemli’
Halen, yayınlanmış iki kitabının yanısıra, biri roman olmak üzere iki yeni kitap üzerinde daha çalışmasına ve “Sanat Âlemi”nde düzenli olarak denemeler kaleme almasına rağmen, çocuklara yönelik çalışmalarını da hiç hız kesmeden sürdürüyor Meryem Aybike Sinan. Sözgelimi, bu alanın önde gelen dergilerinden “Somuncu Baba”, her sayısında mutlaka onun çocuk öykülerine yer vermekte. Kendisi de iki çocuk annesi bir bayan olarak, “Çocuklar benim hem enerji hem de gözlem kaynağım” diyor ve ardından da şunları ekliyor:
“Onlar üzerine, onların duygu dünyasına yönelik metinler kaleme almak, beni hem bir anne, hem bir eğitimci, hem de bir yazar olarak sürekli geliştiriyor. Genç kuşakların eğitimini garantiye almayan, bu alanda onlara sağlıklı bir kültürel altyapı sunmayan bir toplum, psikopatlığın gitgide daha fazla prim yapmasına da hiç şaşırmamalı. Tabiî, benim burada eğitimden kastettiğim şey, çocuklarının önüne kendilerine gün içinde ayak bağı olmasın diye kan ve vahşet dolu bilgisayar oyunlarını fütursuzca koyan, onlara -çizgi filmden başka herşeye benzeyen- sadistik japon animasyonlarını tekrar tekrar izleten ebeveynlerin yaptıkları bencillik gösterileri değil… Vatan, millet, bayrak ve Allah sevgisini yüceltecek eserlerden söz ediyorum ben. Ancak ne yazık ki böyle eserlerin sayısı hiç de fazla değil. Barbie ve erkek arkadaşı Ken’in, Winx kızlarının serüvenleriyle ya da vahşi savaş oyunlarıyla büyüyen, şiddet ve cinsellik düşkünü sorunlu bir nesil geliyor. Emperyalistlerin de istediği tamamen bu aslında. Reflekslerini yitirmiş bir Türk toplumu. Ve ne yazık ki edebiyat gibi kadim bir sanat bile, toplumun uyuşturulduğu bu emperyalist savaşın en önemli arenalarından birine dönüştü.”
‘Osmanlıca mirasını reddederek kaliteli edebiyat üretilemez’
Meryem Aybike Sinan‘ın son derece naif ve şiirsel bir üslûba sahip olan eserlerinde en çok dikkati çeken özelliklerden biri de, eski ve yeni kelimeleri son derece dengeli, aynı zamanda lezzetli bir sentez içinde harmanlaması… Bunun yanısıra, Türkçe gramer kuralları konusunda gösterdiği yoğun hassasiyet de hemen göze çarpmakta…
Gramerin doğru kullanımına ilişkin hassasiyetine değindiğimizde, Sinan bu konudaki görüşlerini de son derece çarpıcı ifadelerle dile getiriyor:
“Türkçe’nin kendine özgü şiirinin büyük bir yozlaştırma ve talan furyası altında yerle bir edildiği, milyonlarca insanın dükkan tabelalarından internet yazışmalarına kadar her alanda ne idüğü belirsiz paçoz bir dil kullandığı bu ahir zamanda, birilerinin Don Kişot’luk yapıp yozlaşma karşısında inatla direnmesi gerekiyor. Yanlış anlaşılmasın, ben uzun zaman önce Türkçeye yerleşmiş ve artık iyice kabul görmüş olan kimi türetme kelimeler konusunda katı bir reddiyecilik içinde değilim. Bunlar arasından, gerek gramer gerekse fonetik açıdan yerini bulmuş olanlar elbette ki Türkçe bünyesinde kalabilirler. Çünkü dil yaşayan ve sürekli gelişen bir varlık; doğru köklerden başarıyla türetilmiş kelimeler de dilimizi zenginleştirmekteler…
Fakat, aynı şefkat hiç bir zaman Osmanlıca’ya gösterilmedi. Yazı yazarken, Osmanlıca’dan miras pek çok kelimeyi de bilerek yediriyorum metinlerime. Türkolog olmama ve edebiyat öğretmenliğini kendime meslek olarak seçmeme rağmen, Türk dili konusunda hayatım boyunca kesintisiz bir eğitim sürecinde olduğumu varsayıyorum. O yüzden de her gün mutlaka bir kaç saatimi Osmanlıca sözlükleri incelemeye ayırmaktayım.
Osmanlıca kelimelerden bütünüyle ayıklanmış ve çorak bir tarlaya benzetilmiş olan bir Türkçeyle ‘büyük edebiyat’ yapılamaz. Üstelik, bu yalnızca bizim dilimiz için geçerli bir durum da değil. Batı edebiyatının en seçkin klasiklerine bakarsanız, orada da eski Fransızca’nın, eski Almanca’nın, eski İngilizce’nin tartışılmaz ağırlığını görürsünüz. ‘Tarumar etti’ fiilinin, içinde bulunduğu cümleye kazandırdığı şiiri ve edebî anlamı ‘yıktı’ fiilinde bulabiliyor musunuz? Osmanlıca kelimeleri tek tek ayıklanmış bir Türkçe belki internette birbirine ‘Mrb’ ‘Nbr’ yazmakta çok işe yarayabilir; fakat şiir, roman, öykü, deneme ve hatta günlük gazetelerde kaliteli köşe yazısı yazmaya asla yetmez. O yüzden de Türk edebiyatının kökünün kurumaması için, hem bir eğitimci hem de yazar olarak gelenekle bağı koparmamaya özel bir hassasiyet gösteriyorum.”
Meryem Aybike Sinan’ın dil ve edebiyat dünyamızdaki ürkütücü çoraklaşma üzerine yaptığı bu anlamlı vurgulardan sonra, sorunu tanımlarken söylenebilecek çok da fazla bir şey kalmıyor aslında…
Baskı teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte kitap yazmanın ve yaymanın kolaylaşması edebiyatımızda “nicelik” açısından belli bir gelişmeye vesile oldu belki; fakat onca yıllar sonra sanat dünyamızın ufuklarında hâlâ yeni bir Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet ya da Cahit Külebi kükremesi duyamamış olmak bu endişeyi fazlasıyla haklı kılıyor.
Edebiyatımızın gün be gün “tektip”leştiği, bu da yetmiyormuş gibi -kendisine tema olarak eziklik psikolojisini ve “piç”leri seçmiş kimi kafası karışık kalemleri saymazsak- edebiyat alanında kadın varlığı ve duyarlılığının iyice gerilediği bir dönemde, yalnızca kıvrak kalemi ve Anadolu’ya yönelik sevdasıyla varolmayı seçen Meryem Aybike Sinan‘a çıktığı yolda sonsuz başarılar diliyoruz.
* * *
Söyleşi ve fotoğraflar: Ali Kemâloğlu Tarih: 01.03.2007 karakutu
Meryem Aybike Sinan’ın “Sanat Âlemi” sitesindeki haftalık yazılarını okumak için:
http://www.sanatalemi.net/KoseYazilari.asp?nereye=yazilist&ID=165
Meryem Aybike Sinan’ın kitaplarını edinmek için:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=114047&session=67140980385102421987&LogID