Türkiye’yi Yaralayan Kitap

111

Kitabın adı: Yaralısın Türkiye – Toplum ve Siyaset Üzerine Aykırı Sorular

Kitabın Yazarı: Enver Aysever

Yayınevi: Remzi Kitabevi

Yazar, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirmiş. Birçok tiyatro oyununu yazıp yönetmiş. Farklı televizyon kanallarında programlar hazırlayıp sunmuş. Finansal Forum gazetesinde köşe yazarlığı yapmış. Cumhuriyet, Varlık, Gösteri gibi gazete ve dergilerde, makale, deneme, araştırma yazıları yayımlanmış. Doğuş Üniversitesi’nde “Televizyon Haberciliği ve Sahne Sanatları” dersleri vermekteymiş. “Bir An Bin Parça” romanıyla 2007 Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazanmış. SKY Türk Televizyonu’nda “Aykırı Sorular” adlı bir tartışma programı hazırlayıp sunmuş. Herkesin bildiği üzere en son CHP MYK üyeliği büyük tartışmalar yaratmıştı.

“Oldukça etkileyici bir özgeçmiş.” Dediğinizi duyar gibiyim. Öyle ya, sosyoloji bölümü, dergiler, tiyatrolar, televizyon kanalları, gazete sütunları bir de bunları taçlandıran edebiyat ödülü. Tam anlamıyla “Donanımlı Yazar” profili ile karşı karşıyayız.

O Halde  bu “müthiş” yazarımızın “Yaralısın Türkiye” isimli kitabına bir göz atalım:

Kitabın 105, ve 106. sayfalarında okuduğu bir kitap için şunları yazıyor:

“…Tartışmaları okurken, kimsenin bu yazılan kitabın imla hatalarıyla, düşük cümleleriyle, yavan bir dilde yazılmış olmasıyla ilgilenmediğini gördüm. Derdini anlatmaktan aciz, pek çok yerde, bırakın bir yazarın, ilkokul öğrencisinin yapmayacağı hatalarla dolu bir kitap olduğuna kimse dikkat çekmedi.”

“…Üstelik kargaların bile güleceği türden hatalar var kitapta.”

“…İmdi; birilerinin “Sen dildeki sorunlarla uğraşacağına, adamın anlattıklarına, kurduğu öyküye baksana!” demesi anlaşılmazdır.”

“…Dili kirleterek bir ulusun ortak ürünü olan bu canlı varlığı hırpalama hakkınız yoktur.”

Ne kadar duyarlı değil mi?

Yazar, birilerinin kitabın içeriğiyle ilgilenirken, birçok şeyi gözden kaçırdığını, kitapta kargaların bile güleceği türden hataların olduğunu belirtiyor.

Bu cümleler üzerine ben de, başka bir yazarın kitabını bu denli acımasızca eleştiren yazarın hassasiyetine hak vererek ve kendisine ait kitaptan birkaç örnek verme ihtiyacı hissettim:

“Türkiye gibi gerilimli, değişken ve çoğu zaman bu karmaşa içinde sesini duyurmakta güçlük çeken insanların yaşadığı bir ülkede yazar olmak, kalıcı bir yaratıyı geride bırakmak hayli zor. Bunun bir nedeni tüketim toplumunun getirdiği doyumsuz, düşünmekten uzak yeni insan tipinin egemen olmasıysa, bir diğer nedeni de üşengeç olup, artık köklü değişime olan inancımı yitirmiş olmamızdır.

Tüm bunları bilen biri olarak içinde bulunduğum coğrafyayı ve insanlarını sezen, onların acılarını, açmazlarını anlamaya çalışan biri olarak, en çok inandığım şeyi yapmaya, bunları yansıtmaya karar verdim.”

Öfke mi, üzüntü müydü baskın olan duygum?”

Belediye otobüsü gibi sıkış tıkış olmuş bir uçakta yolculuk zordu elbet.”

“Cihat Aşkın’ın kemanının sesi vuruyordu duvarlara, bir gün sonra Fazıl Say’ın piyanosunun tınısı işitilecekti.”

“İnsanlara tepeden, alaycı bakan bir yanı olduğunu biliyoruz. Ne yaşlı tanıyor, ne acılı, düşkün, güçsüz…”

“AB’nin içinde yer almak, hem bölge güvenliği, hem ekonomik koşullar, hem de uygarlığa eklenmiş olmaktan ötürü, son derece yararlı.”

“Unutmamak gerekir ki, bugün AB’yi oluşturan bütün devletler aynı soydan gelmektedir.”

“Yakın tarihimizin pek çok acılı sürecini henüz hiçbirimiz unutmadık.”

” “Meczup Yaratmak” ın önemi tarikat, siyaset, ticaret üçgeninin köklerini anlamak açısından hayli önemli.”

Bu örnekleri (daha onlarcasını hiç yorulmadan bu kitapta bulabilirsiniz) okuyunca, “keşke herkes “ödüllü” yazarımız  kadar duyarlı olabilse!…” Diye düşünmek kaçınılmaz oluyor!..

“Bir kitap sadece bu cümleler için bir yazı konusu yapılır mı?” diye mırıldadığınızı duyar gibiyim. Haklısınız. Öyleyse devam edelim:

“…. Kendimi bildim bileli Mustafa Kemal’in devrimci, açılımdan yana, sömürgecilere karşı verdiği savaşı savunmasından etkilenmiş biri olarak isyanlardaydım. Sayın konuşmacı Mustafa Kemal’in çağın önünde koşan bir eylem adamı olduğunu unutmuştu. Özellikle eylem adamı diyorum, “Kemalizm” adına yapılan bütün bu yakıştırmalar, Mustafa Kemal’in eylemlerinden hareketle yapılan yorumlardır. Büyük lider hayattayken doktrin olabilecek bir yapıt yazmadığına göre, onun kimi konuşmaları ve eylemlerinden yola çıkarak bazı sonuçlara erişilebilir, bu da yorumu yapacak kişinin düşünsel evreniyle doğru orantılı olarak farklılıklar gösterecektir.”

“…. 301. Madde’nin kaldırılması kadar, Atatürk adına kurulmuş tüm derneklerin gereksizliği ortadadır. Ulu önder kimsenin tekelinde değildir. Kimsenin günlük siyasetine meze yapılamaz.”

Tüm hoşgörümüz ve iyi niyetimizle cevap vermeye çalışalım.

  • 30 Haziran 1927 ile 30 Eylül 1927 tarihleri arasında İstanbul’da yazılan, basılmadan önceki müsveddeleri 506 sayfa olan “Nutuk”
  • 1929-1930 yıllarında yazdığı “Vatandaş için Medeni Bilgiler”
  • Ulus, İrade-i Milliye ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yayımlanan yazıları. (Hatta tamamının kendisi tarafından dikte ettirildiği de büyük ihtimaldir.)
  • Cumalı Ordugahı, Süvari, Bölük, Alay, Liva Talim ve Manevraları 1907
  • Tabiye Tatbikat Seyahati 1911
  • Bölüğün Muharebe Talimi 1912
  • Zabit ve Kumandanla Hasbihal 1918

24 Ekim 1933 yılında Ankara Musiki Muallim Mektebi’ne yaptığı ziyarette dikte ettirdiği dörtlük ise şöyledir:

“Büyük karakterli Türk, çalışır, yorulmazsın.

Zekan cihandan büyük, müspet ilme bağlısın

Güzel sanat sevgisi, yüreğine ateştir

Türk’ün büyük ülküsü bu dünyaya güneştir.”

Demek ki; ya bizim “müthiş” yazarımız bu bilgilere sahip değil ya da bilmesine rağmen okurlarıyla paylaşmasına engel bir şeyler var. Bu olası engelleri daha sonraki yazılarımızda irdeleyeceğiz.

Ve son olarak Madde 301:

Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama

MADDE 301. – (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.

(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.

Muhteşem! Yazarımız içinde bulunduğu aciz durumu yine kendi kitabında bizlere aktarmış aslında: 

“Uğur Mumcu’nun “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” diye formüle ettiği bu hastalık derinleştikçe, kişi salt kendine değil, tüm topluma zarar verebilmekte.”

Her şeyi bilen ödüllü! Yazarımız mezun olduğu bölüme yakışan bir konuya da değinmeden geçemiyor: Ahlak

“Fark ediyorum ki, bir romancı olarak dünyaya bakmak daha soğukkanlı, incelikli ve ahlaklı bir tutumu edinmesini sağlıyor kişinin.”

“Gerekçesi her ne olursa olsun, bir düşüncenin yasaklanması ahlaksızcadır.”

“Kuşku yok ki, kendince kuralları vardır bu mesleğin, hassas dengeleri. Hangi ölçütlerle yapılması gerekir ve ahlaki değerlerin korunması gerekir?”

“Sartre, insanın tek sorununun özgürlük olduğunu, bunun için bitmek tükenmek bilmez bir arzu ve iştahla ilerlediğini söyler. Kaçınılmazdır bu. Ahlaksız olan nedir?”

Eşsiz! Yazarımızın, “Ahlaksız olan nedir?” sorusunun cevabını yine ondan aktaralım:

“Tek kanallı yılarda TRT sansür kurulları vardı. (Hala denetim adı altında, bir takım adamlar bu saçma görevi yerine getirmektedir. Acaba gülünç duruma düştüklerini bilirler mi? O ayrı bir tartışma konusu.) Bu adamların hepimiz adına topluma yararlı olanı ve olmayanı ayıklama ödevi vardır. Düşünün; bir film geliyor elinize, hoşlanmadığınız bir fikir söyleniyor orada ya da bir sevişme sahnesini fazlaca açık buluyorsunuz ve toplumu korumak adına, YASAK deyiveriyorsunuz. Ama siz merakınıza yenik düşüp, filmin kalanını iştahla izliyorsunuz. Kendiniz için olağan gördüğünüz bu durumu, bir başkası için sakıncalı bulabiliyorsunuz. Bu hakkı size kim veriyor? Belli değil. Dolaylı bir ilişki bu. Bizim siyasal iktidara verdiğimiz temsil hakkı, söz konusu olan gücün oluşmasını sağlıyor, derken yasalarla bu adamlar çıkıveriyor karşımıza. Yani kısırdöngü sokaktaki insanda başlıyor. Demek kendimiz için özgürlük istemiyoruz. Ya da bize özgürlüğü getirsin diye seçtiklerimiz, muhafazakar eğilimleriyle dizginliyorlar bizi. İşte ahlaksızlık da burada beliriyor.”

Sevişme sahnelerinin sansüre uğramasından veya bölücü siyasi söylemlerin televizyonlara çıkmasının engellenmesinden dolayı kendini dizginlenmiş hisseden emsalsiz! Yazarımıza hak vermemek elde değil!

Zaten kendisi, kendi özgür iradesiyle ve ona izin veren kişilerin de desteğiyle bu ülke insanının evlerindeki, işyerlerindeki vs televizyonlarına bölücü örgütün temsilcilerini taşımadı mı? Öyleyse problem yok. Sansür yok Yaşasın özgürlük!..

Bu konuda kendisine bir tavsiyemiz olacak:

Annesini, babasını, eşini, dostunu ve sevgili yavrusunu alsın yanına bir gün. Elinde de ahlaksızlığı! doğurmayacak derecede sansürsüz bir film. Otursunlar seyretsinler. Hatta üzerine tartışsınlar özgürce. Fikir alışverişinde bulunsunlar. Sansürsüzce…

Not: “Ahlak” konusunda “Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak”  (Prof. Dr. Erol Güngör Ötüken Neşriyat) isimli kitabı, Sosyoloji mezunu yazarımıza ısrarla tavsiye ederim.

Edebiyat, tarih, sosyoloji, sanat, hukuk vs. diğer konularda pervasızca klasik! Eserler meydana getiren yazarımızın bir başka özelliğini de Sizlere aktarmadan geçemeyeceğim. Öncelikle yine kendisinin özgün! Düşüncelerini aktarmakta fayda var:

 “Demokratlığı, özgürlükçülüğü kimsenin tekeline alması söz konusu olamaz.”

“Senin gibi düşünmüyorum, ama düşüncelerini söylemen için canla başla savaşırım.”

“Eğer okumazsak, yaratmazsak, düşünmezsek gün be gün insanlıktan uzaklaşacağımızı unutmamalıyız. İlk tehlike özgürlük düşmanlarıdır!”

gibi cümlelerle okurun güvenini, takdirini ve sevgisini kazanmaya çalışan akıllı! Yazarımız bakalım televizyon programında neler yapmış:

“Bir süredir “Aykırı Sorular” programıyla sesi çıkmayanların sesi olmaya, toplumun farklılıklarını ortaya koyarak bir arada yaşama kültürünün oluşmasına gayret ediyorum.”

Ne müthiş bir giriş değil mi? Türk Milletinin tam ihtiyacı olan aydın! Türk’üm demektense Türkiye’liyim demeyi tercih eden, Atatürk demektense Mustafa Kemal demek kolayına gelen medar-ı iftaharımız, büyük yazarımız!

Sesi çıkmayanların sesi olmayı tercih eden yazarımız televizyon programına işsiz gençleri, mahsulü çöp olan köylüyü, maaşları yerlerde sürünen emekliyi, oğullarını vatanımız için,  geleceğimiz için, Türklüğümüzü kaybetmemek için şehit veren anneleri, üniversitelerde modern eğitim  adı altında ülkesine yabancılaştırılan öğrencileri ve nice sessiz ama gururlu insanımızı çağırdığını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Kimi çağırdığını yine kendisinin satırlarından okuyalım:

“Aynı güdü, istek ve içtenlikle DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü canlı yayına davet ettim.”

Yazarı okumaya devam edelim:

“…Herkesin kolayca hedef seçilebileceği bir ortamda, bir suikast için uygun ve ses getirecek isimdi Ahmet Türk. Korunma isteği anlaşılabilirdi elbet. Gerçi devlet, Ahmet Bey’e bir koruma tahsis etmeyi önermişti. Ancak korumanın sürekli Türk’le birlikte, aynı aracın içinde olması gerekmekteydi. Hal böyle olunca, devlet gerçekten DTP Genel Başkanı’nı korumak mı istiyordu yoksa olası gizli ilişkilerini ortaya çıkarmak için bir ajan mı veriyordu yanına, tartışılabilir.”

“…(gelen) Topluluğun içinde Sırrı Sakık da vardı. Yakın tarihimizin çalkantılı sürecinde türlü biçimler yer almış; Kürt Sorunu- PKK ilişkisi sürecinde öne çıkan bir aktör olmuştu Sakık.”

Muhteşem yazarımız onbinlerce insanımızın hayatını kaybetmesiyle dolaylı veya direk ilgisi olan bu insanları ekranlara taşımayı marifet bilmiş, yayın sırasında ne yaptığını bilmeyen tavırlarını satırlarına taşımış, yayın esnasında gerek Türk milliyetçilerinden gerekse Kürt milliyetçilerinden ölüm tehdidi içeren elektronik posta aldığını belirterek, aslında tarafsız bir program yaptığını vurgulamak istemiş, bu çerçevede tarafsız! Yayın ilkesini koruyarak aşağıda aktardığım cümleleri konuğuna! Aktaramamıştı.

“…İçimdem “la havle” diyerek devam ettim.”

“Neyse… Burada hafif bir kıvırma vardı, adamcağıza sormayayım dedim….”

“İçimden  “Hadi canım, kimi kandırıyorsun…” demek geldi ama, yutkundum.”

Bunun adı tam bir korkaklıktır, Türk milletine düşmanlıktır, vatan hainliğidir.

Kendi cümleleriyle:

 “… Geçmişte benzer kaygılarla kurulan bir çok parti Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldığı için ben dahil bir çok kişi bu partiyi eskiden kalma isimleriyle karıştırmaktayız. HEP, DEP, DEHAP gibi pek çok isimle anılan bu partilerin sözcüleri, üyeleri, genel başkanları hep aynı kişiler.”

Diyecek kadar, bilgisiz, bu partilerin neden kapatıldığını görmezden gelecek kadar sıradan, mevcut partilerin maalesef yasal sıkıntılardan dolayı halen açık olduğunu anlamayacak kadar cahil bir yazarımızın varlığı hepimizi gurur! kaynağı olsa gerek.

Bakınız neler sormuş Sayın! Türk’e:

“PKK ile aranızda organik bir ilişki var mı?”

“Apo’nun size karşı tepkili olduğu doğru mu?”

“Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Kimse bizden PKK’yı  lanetlememizi beklemesin!”

“Federasyon ya da ayrılık istiyor musunuz?”

Bravo! Bravo! Muhteşem yazarımız kimsenin soramadığı soruları sormuş!

Geçmiş dönemde Leyla Zana başta olmak üzere TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ dahilinde Kürtçe yemin eden milletin değil bir kısım bölücü insanların vekillerinin gördüğü muameleyi de şu şekilde değerlendirmiş:

“Üstelik bu seçilmiş kişilerin polis zoruyla, kutsal çatı altından çıkarılıp, hapse konulmaları demokrasiye inananların yüreklerinde derin yaralar açmıştır.”

Dünün yüreksizleri bugün yüreklerinde açılan yaralardan bahsediyor. Ne garip değil mi?

Engin bilgilerle donatılmış yazarımız, bu engin bilgi kaynaklarına nasıl bir yöntemle sahip olduğunu bakın nasıl aktarıyor okurlarına:

“Hafta içi Kürt sorununu tüm yönleriyle öğrenmek için okumalar yaptığımda yolum …”

Çok net anlaşılacağı üzere, Bölücü sorununu Kürt Sorunu olarak dillendirecek kadar bilgisiz, ciddi olduğunu iddia ettiği bir programın altyapısını üç-beş günde hazırlayacak kadar ciddiyetsiz bir yazar var karşımızda.

Başkanını davet ettiği partinin demirbaşı Leyla Zana için neler demiş bakalım:

“AB Korumalı Leyla Zana, miting meydanından Kürtçe seslendi Kürtlere, Türklere, dünyaya: “Kürtlerin üç lideri vardır. Biri Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’dir. Diğeri Kürdistan Bölge Federe Başkanı Mesut Barzani’dir. Üçüncüsü ise Başkan Öcalan’dır.”

Aferin! Yazarımıza.

Atatürk’ün pardon! Mustafa Kemal’in gençliği bu işte!!!!