Bu çalıştayın en renkli konuklarından biride Yrd. Doç . Durmuş HOCAOĞLU beydi. Durmuş beyin bu hadiselerle ilgili yazdığı bir çok bilimsel makalesi var. Bunlardan bir tanesini “Amarikanın İspanik meselesi” diye ben özetini vermiştim. HOCAOĞLU konuya ilişkin yaklaşımını modernite ve felsefe üzerine oturttu. Çözüm olarak da ortak bir asabiyet oluşturulabileceğinden bahsetti. İsterseniz söylediklerine hep beraber bir bakalım. ( Bu çalıştayın Ocak 2009 yapıldığını ve mevcut açılımlar başladıktan sonra söylenmiş sözler olmadığını hatırlatmak isterim)
” Başlık çok dikkatimi çekti, Türkiye’nin büyük çatısı ve ortak aidiyet. Demek ki ortada bir sorun var; üzerlerindeki çatının uçmuş olduğu bir insan topluluğundan bahsediyoruz demek ki. Burada bir soru var ki cevap da aranıyor. Ben de kendi alanım olan felsefeden meseleye bakmaya çalışacağım.
İnsan ‘Bu nedir?’ diye sorduğu anda zaten felsefe yapmaya başlamış demektir. Baktığınız zaman felsefenin bir cevap bulma sanatı değil de başlı başına bir arama eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Heidegger’in Leibniz’den alıp sorduğu bir soru vardır: Neden var olan vardır da yok olan var değildir?
Aslında metafiziğin merkez sorusu budur. Biz de şimdi kim olduğumuzu soruyoruz; daha önce bu noktada o kadar emindik ki bu soruyu sormuyorduk. Bu soruyu sormamızın zamanının gelmesi için bir travma geçirmemiz gerekiyordu. İnsanların çoğu kendilerinin ne olduğunu tasvir etmez de dışarıdakiler onlara isim verirler. Yani mesela birileri onlara Türk der, onlar da bunu benimserler.
Buradaki başlık (Türkiye’nin büyük çatısı) bizim başımızdan çoktan uçmuştur. Bizim devletimizle milletimiz arasında (olumsuz da olsa) kati bir mukavele vardı. Yani devletle toplumun ortak değerleri aynıydı. Batılılaşma ise devletin tek taraflı olarak hareket etmesiyle bizim üzerimizdeki çatının uçmasına neden oldu.
Bizim problemlerimiz 1. Abdülhamit ile başlar. Hani modernleşme projeleri çöktü deniyor ya, modernleşme hiçbir zaman başlamadı ki. Modernleşmenin babası Bacon’dır, onu veya Descartes’i bilmeyen insanların modernleşme hakkında nasıl konuşabildiklerine şaşırıyorum. Eğer siz modernleşmiş ülkelerin son üretim bandındaki üretimlerini alıp birşeyler yapıyorsanız buna lümpen modenleşme denir. Bir üretim bandının yüzüncü sırasında karşımıza cep telefonu çıkıyor ama onun arkasında doksan dokuz aşama var. Bir cep telefonunun arkasında birçok filozof var aslında. Biz yüzüncü bandın ürünü olan bir ürünü parasını verip aldığımızda modern olacağımızı sanıyoruz. Buna gerçek modernler de gülüyor sadece. Modernite o yüz bandın yüzüne de vakıf olmaktır.
Aynı şeyi bir anne evlat ilişkisi için de düşünebilirsiniz; birçok safhadan sonra evlat dünyaya getiren ve onu büyütmek için de birçok zahmete katlanan bir anne o evladın sahibidir. Modernite de böyledir. Mesela diyoruz ki biz Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz; peki bizim AB’de neyimiz var? Orası bize ait olmayan bir dünyadır halbuki. Kendimizi kaybedince orada kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Biz 200 yıldır kendimize ait olmayan bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Bize ait olmayan bir rüya görmeye çalışıyoruz. Avrupalının da aklına Türk deyince öcü geliyor, zira arada 1600 yıllık kan davası var.
Batı’ya ait olan herşey Yunan ve Roma ile başlar, onlara düşman olan herkes Batı’nın da düşmanıdır. Onun için Fransızlar diyorlar ki, Almanlar Roma’nın yıkılmasında çok etken oldukları için hakiki Avrupalı sayılmazlar. Ruslar da Avrupalı sayılmazlar, hem de Hıristiyanlığın kahraman şövalyesi ünvanına sahip olmalarına rağmen, zira onlar Osmanlı’nın gücünü zayıflatmışlardı. Yani Avrupa’da toprağınızın olması sizi Avrupalı yapmaz. Avrupa Hıristiyanlık, Roma ve Yunan’ın birleşimidir; sizin ona bir şey katmanız onunla ünsiyet kurmanız lazımdır ki Avrupalı olabilesiniz. Kaldı ki bu adamlar kolonyalizmin babasıdır; yoksulluğu kendi yaşamı için zaruri kılan kapitalizmin de mimarıdır.
Demokrasi, hak huku vb. söylemler ezilen toplumlar için Avrupalıların söyleminden başka bir şey de değildir. Biz de kalkıp buna modernite diyoruz. Halbuki bu modernite değildir. Modernite, bilimyoluyla dünyayı değiştirmektir. Tabiatın efendisi olan ve ona hükmeden insan. Neyle peki, bilgiyle; zira bilgi güçtür. Eğer bilgiyi güç olarak kullanırsan tabiata hükmedersin, tabiata hükmeden dünyaya da hükmeder. Eğer Descartes, Locke, Bacon yoksa aydınlanma da yoktur, modernite de yoktur.
Aydınlanma Hegel ile bitmiş olan bir süreçtir. Ama etkileri günümüze elbette gelmiştir. Şimdi diyorlar ki Cumhuriyet aydınlanması. Peki bu aydınlanmanın Rousseau’su var mı, Kant’ı var mı, Hegel’i var mı, yok. Nasıl bir aydınlanma peki bu? Kendi kendine bir şey söylemekle bir şey olduğunu sanmak bir illüzyondan başka bir şey değildir. Bir kediye kaplan deyince kaplan olmuyor, bir profesöre de profesör demek onu öyle yapmıyor. Aynı şekilde ulus devlet demekle ulus olunmuyor. Diğer bir soruya bakarsak biz kimiz sorusunun cevabını tam olarak bilmiyoruz. Bizim birçok aydınımız var belki ama bizim milli entelijensiyamız yok. Bizim bir aydınlar gündemimiz yok. Bizim Marksist olduğunu söyleyen ama marksist felsefeden bir şerh bile koyamayan ‘birinci sınıf‘ marksistlerimiz var.
Bizim marksistlerimiz bir noktadan sonra liberal oluyor. Düşünün ki bize kim olduğumuzu söyleyecek olan aydınlarımız bu durumda. Hegel der ki felsefenin cevaplayamadığı soru yanlış sorudur. Biz kimiz sorusu doğru bir sorudur; ama biz cevabını bulamıyorsak bunu bir düşünmemiz gerekir. Renan milleti bir aileye benzetir; ben de bunu biraz şerh ederek milleti büyük bir aileye benzetiyorum.
Burada iki hususu öne çıkarıyor millet için: ‘Birlikte geçmiş bir tarihi aynı şekilde kucaklamak‘ ve ‘birlikte bir gelecek tasavvuruna sahip olmak.’ İşte o zaman millet olur. Eğer biz Türkler ve Kürtler birlikte bir gelecek tasavvuruna sahipsek problem yoktur. Ama problem tam da budur. Bana kalırsa biz bunu demokrasi ile halledemeyiz; demokrasi halklar arasındaki problemleri halledemez. Demokrasi mahiyeti gereği, bir ülke içinde birden fazla halkı kaldırmaz. Demokrasi mahiyeti gereği üniform, homojen ve tek bir halk için olur. Az önce Fuat Keyman çok doğru bir şey söyledi: Farklılıklar parçalanmaya götürebilir. Aile demek kazanımlarda, galibiyetlerde, refahta pay almak, paylaşmak demek değildir; tam tersi hüzünde, felakette ve kayıpta bir olabilmek demektir.
O zaman millet olursun. Eğer bir ülke bir meselede tek bir kamuoyu haline gelebiliyorsa o bir millettir; eğer iki kamuoyu doğuyorsa orada süreç farklıdır. Sağlıklı bir devlet-toplum ilişkisi, bir toplumun asli mukavele dediğimiz ve iç içe geçmiş olan, birlikte yaptıkları toplumsal bir sözleşme ve ayrıca bir siyaset sözleşmesi olmak üzere iki ayrı sözleşmeden müteşekkil asli bir mukavele ile olur. İnsanlar bu sözleşmeye sadakat gösterdikleri sürece bir büyük aile olarak yola devam ederler. Bizim klasik geleneğimizde hukuku devlet yapmazdı, hukuk sivil alanda yapılırdı. Yani hukuku şeriat yapar, devlet bunu uygulardı. Siyasi irade hukuk yapamaz.
Uzun bir süredir birlikte yaşamak konusuyla ilgili olarak İbn Haldun’un kurucu asabiyet teorisini düşünüyorum. Bana göre o, İslam dünyasının küresel değer taşıyan son bilginiydi. Herkes Osmanlı’daki millet sisteminden bahseder; ama bu sistemi ne kadar bildiklerini bilmiyorum. Ama bugünkü vatandaşlık kavramını yeniden düşünmemiz gerekir. Bu konularda Will Kymlicka’dan daha fazla çalışmış pek kimse yoktur herhalde; o diyor ki, vatandaşlığın üç hak ekseni vardır: medeni haklar, kültürel haklar, siyasi haklar. Uyanmış bir etnik bilinç, bir biçimde asabiyetle ilişkilendirilir.
Bir devlette kurucu olan genelde (soya dayalı) bir asabiyettir; aynı devlette iki farklı asabiyetin kurucu olduğu pek nadirdir. Bir devlette kurucu asabiyet soya dayalı olarak ortaya çıkar, ama sonra diğer asabiyeler yükselince bu kurucu asabiyet onlara yetmemeye başlar. Bu noktadan sonra bu asabiyeler arasındaki ilişki değişir. İbn Haldun bu süreci sebep asabiyesi diye açıklar. Her ne kadar kurucu ve soya dayalı asabiyet, tek başına yöneten değilse de onlar mabedin koruyucusu gibi orada dururlar. O kurucu asabiyet şunun için orada durur: Eğer bir gün bütün yapı dağılırsa veya dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa ve devlet dönüp vatandaşlarına ‘şimdi devletiniz ve ülkeniz için kan bedeli ödeme zamanıdır‘ derse işte o zaman bakıyorsunuz ki sadece soy asabiyesi ‘ben buradayım‘ diyor. Diğerleri demiyor.
Bu devlet Türk soyunun iradesiyle kuruldu. O hep durmalıdır. Ama sadece soy asabiyesi Türkiye Cumhuriyeti’ni götürmüyor. Biz bir asabiye geliştirmek zorundayız. Bu asabiye öyle bir şey olmalı ki herkes kendisine onun içinde bir yer bulmalı. Halbuki biz bugün Türkiye olarak ülke içindeki bir etnik yapının, kendisini, ana unsura karşı vücut bulma imkanını bulduğu ve meydan okuduğu bir zamana şahitlik ediyoruz. Benedict Anderson’un dediği gibi, ‘milletlerin içerisinde kader anının kendisine gelmesini bekleyen milletler vardır.’ İşte buna karşı İbn Haldun şu cevabı veriyor: Bu mülkün tapusuna el uzatmaktır. Artık burada çözüm yoktur. Peki mülkün tapusuna el uzatılırsa ne olur? Haldun buna cevap olarak da Zilzal Süresi’nin ilk ayetini örnek veriyor: ‘Yer büyük bir sarsıntıyla sarsıldığı zaman…..’ Biz şimdi tam kritik sınırda duruyoruz.
Türkiye’de 1,5-2 milyon arası Türk-Kürt evliliği var. Bunun anlamı büyüktür; yani ben senim, sen de bensin demektir. Eğer biz bu mülkün tapusuna el uzatma meselesini çözemezsek o zaman başımız ağrır. Ama Türkiye’de hala esas güç Türklerin elindedir; bir bölünmeye dahi ancak Türkler karar verebilir. Yani hala şansımız varken bir asabiyet geliştirmek zorundayız. Bu o kadar da zor değil. Bizi günde beş kere ayırt etmeksizin çağıran ezan var; bize Avrupa tipi çözümler yaramaz. Biz hala müşterek bir asabiyet geliştirme imkanına sahibiz ve bunu yapmalıyız.”
Sayın HOCAOĞLU bey noktayı koyduğu için bir bitiş paragrafı yazamıyorum. Türkiye Bir çok badireleri atlattığı gibi bu açmaz gibi gözüken çok denklemli problemi de hocamın dediği gibi ortak bir asabiye oluşturarak çözebilir diye düşünüyorum.