Sivil anlayışın hakim olduğu, belirsizliklerin olmadığı veya az olduğu, özgürlüklerin seviyeli yıkıcı olmadığı ortamlarda her zaman huzur vardır. Yeni fikirler, yeni süreçler açık sistemlerde kendine yer bulur. Toplumun önünü açıcı fikirlere dönüşür. “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” konulu çalıştayda da farklı disiplinden gelen kişilerin özgürce fikirlerini ifade ettiklerinden bahsetmiştim. Ayrıca çalıştay sonunda diğer katılımcılarında katkıları ile bazı doğru bildiklerinin doğru olmadığını, yanlış bildiklerinin de doğru olduğunu yapılan konuşmalardan ve öğle arası ve çalıştay sonu bire bir konuların muhatapları ile yapılan sohbetler sonucu insaf sahibi olmayanlar dışında belli bir düzeye geldiğini gözlemledim. Bu bile demokratik olgunluk açısından çok önemli idi.
Şu ifadeleri müteattid defalar farkı ortamlarda yeniliyorum. 21. yüzyılın sorunları 19. ve 20 yüzyılın düşünce kalıpları ile çözülemez. Bu demek değildir ki o düşüncelere değer vermeyelim. Her düşünce bir emek ürünüdür ve her zaman saygı duyulmalıdır.
Daha önceden beri bazı yazılarını takip ettiğim fikirlerini önemsediğim Doç Dr. Vedat Bilgin beyin “Sivil Dinamiklerin” gücünü vurgulayan konuşmasından özetleme yerine tamamına yakınını sunmak istiyorum.
“….Tabi kimlik sorunları etrafında konuşmak oldukça zor. Bir kere bu konuda çok fazla önyargı var. O önyargıları bir defa aşmak gerekiyor. Ayrıca meseleye soğukkanlı bakmak yerine tabular etrafında bakmak gibi bir yanlış da çok yaygın. Ve de resmi politikalar, iletişim imkanlarının bu denli fazla olduğu bir çağda, hepimizi etkiliyor. Elbette bu korkuları bir kenara iterek konuşmak zor, ama bizim böyle yapmamız lazım.
Tabi ki bizler için 20. yüzyıl zor bir yüzyıl oldu; çünkü bu ülkede yaşayan insanlar bu yüzyılın başında büyük bir imparatorluğu kaybettiler. Bu imparatorluğu kaybetmenin travması çok büyük oldu ve bunu hala hissediyoruz. Bu travmayı en çok yaşayansa imparatorluğun son dönem aydınlarıdır. Son dönem aydınlarının ortaya attığı fikirler ve gösterdikleri çabalar saygıya değerdi. Mesela bunlardan biri Sait Halim Paşa’dır. Bu travmayı aydınlar dışında ciddi olarak hisseden insanların başında dönemin yönetici eliti de vardı. Bu yönetici elitin travması, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra giderek resmi bir ideoloji haline dönüştü. Bu da sorunları bugüne kadar taşıyan bir mekanizma oldu adeta.
Bu bizim sorun çözme kabiliyetimizi azaltan bir ideoloji, korku ve dogmatik bir anlayış olmuştur. Bu insanların elbette bir araca ihtiyaçları vardı ve batıyı bir araç olarak ele aldılar. Batılılaşma ideolojisinin bu bağlamdaki etkisi çok tahripkar olmuştur. Zira bu ideoloji kendi halkından onay alamayınca yöneticilerde kendi halkından korkan ve ona karşı mesafeli duran bir psikoloji ortaya çıkarmıştır. Bu siyaset gerek din alanındaki özgürleşmenin önündeki en büyük engeldir; gerekse etnik temelli problemlere yol açan en önemli unsurlardan birisidir. Tek parti dönemleri de bu süreci derinleştiren zamanlar olmuştur.
Her şeyden önce ben bu ülkeden son derece ümitli olduğumu ifade edeyim. Türkiye bu sorunları çözebilir. Az önce değinilen bölünme kaygısının, şimdi bahsettiğim yönetici elitin travmatik yaklaşımının bir yansıması olduğu kanaatindeyim. Bir defa bundan kurtulmamız lazım. Türkiye 1920’lerdeki görüntüsünden çok ileri bir durumdadır. Hatırlayınız Mustafa Kemal bir banka kurmamız gerekir deyip İş Bankası’nı kurarken etrafta bırakınız bankacılık tecrübesinde sahip olmayı iktisat okumuş bir kişi bile bulamamıştı. Ancak bugünkü Türkiye tabiri caizse eşiğin öbür tarafına atlayan bir ülkedir. Biz artık dünyanın her tarafında okutulan dersleri okuttuğumuz üniversitelere sahibiz. Her alanda iyi yetişmiş bir beyin gücümüz vardır. Eskiden bir beyin göçünden bahsediyorduk, artık bir beyin gücümüz var. Türkiye artık teknolojinin dilini konuşan bir ülkedir. Türkiye sosyal bilimlerin her alanında iyi yetişmiş insanların bulunduğu bir ülkedir. Türkiye bugün dünyaya 100 milyar dolar ihracat yapacak bir ülkedir. Yani Türkiye iyi bir yere gelmiştir. Eski kalıplar artık kırılmıştır. Eski söylemler de geçersiz kılınmıştır. Eski kalıplar içerisindeki anlayış sahipleri de tedirgin olmaktadır. Yani Türkiye’nin elitleri bir değişimin zorunluluğunu hissetmektedir. Bunun iki sebebinden birincisi 1970’lerde başlayan ama Özal’dan sonra hızlanan sanayileşme hamlesidir; ikincisi de Türkiye’nin demokratikleşme talebidir.
Türkiye’nin değişim talebi toplumun hemen her kesiminde görülmektedir. Artık farklı bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünyada konuşacağımız diller de çeşitlenmiştir. Bu çeşitlenmeyi farkeden bir toplum var, ama bunu algılayamayan bir anlayış egemen. Sorun bu çelişkide düğümleniyor. Bu çelişkiyi aşmamız lazım. Türkiye’nin asla bir bölünme korkusu olmaz. Bunu bu kadar emin olarak söylüyorum. Dünyanın hiçbir yerinde böylesine bir kardeş kavgası ve etnik bir çatışma yaşanıp da insanların yine de birarada yaşaması mümkün olmazdı herhalde. Bu durum, ortak bir medeniyet birikiminin hala ne kadar güçlü olduğunu ortaya koyuyor.
Toplumsal yeniden üretimde üç temel kurum vardır: Bunların birincisi ve en temeli evliliktir. Epey saha araştırmasına sahip biri olarak söylüyorum ki Türkiye’deki insanların hala büyük bir kesimi evlilikte etnik kökeni fazlaca önemsemiyor. Bu tarihte de böyleydi; mesela 16. yüzyıldaki bir belgeye bakıyoruz, ifade aynen şöyle: Ekrad Türkmen, yani Kürt Türkmen. İkinci kurum da pazardır. Türkiye özellikle 1980’lerden sonra sivil ekonominin daha fazla geliştiği bir süreç yaşamıştır. Burada etnisite dışına çıkan sayısız ortaklıklar vardır. Onun için pazardaki ayrışmama çok önemlidir. Ben pazarda ortak bir geleceğin unsurlarının var olduğunu ve toplumda bunun yaşandığını düşünüyorum. Bu bakımdan Türkiye’de milliyetçiliği etnik bir mesele olarak görmek fevkalade yanlıştır. Mesela yüz yıl önce Ziya Gökalp etnik milliyetçiliğin değil daha medeniyet ortaklığında bir milliyetçiliğin önemine vurgu yapmıştır. Üçüncü kurum da dindir. Türkiye’de yaşanan onca travmaya rağmen halk bu sorunları nasıl aşabildiğini göstermiştir. Hiç kimse camisini ve ibadetlerini ayırmamıştır. Toplumda var olan bu sivil dinamiğin gücünü fark etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu noktada şunu da dile getirmek isterim ki, Türkiye 1980’lerden sonra artık batılılaşma sorununu çözmüştür; batılılaşmadan modernleşmeye geçmiştir. Çünkü sivil toplum sürecin kontrolünü ele almıştır. Sivil toplum da batılılaşma arayışında değildir; o, kendi sorunlarını yine kendi tarihinden ve kaynaklarından beslenerek çözme arayışındadır. Bu bakımdan etnik farklılıklarımız bugünkü bizim toplumumuzun zenginliğidir. Ancak oraya referans vererek de çözüm üretemeyiz. Çözümü, sivil dinamiklerden beslenen toplumsal süreçler üretecektir. Bunun da iki göstergesinin olduğunu düşünüyorum: Birincisi orta sınıflaşmadır. Türkiye belki de ilk defa orta sınıflaşma sürecini dinamik bir biçimde yaşamaktadır. İkincisi de bireyleşme ve bireysel özgürlük alanının genişlemesidir.
Eskiden bireyciliğin olumsuz bir çağrışımı vardı. Türkiye bugün bunları artık aşıyor. Ve kimliklerin çoğulculaşmasına imkan tanınıyor. Bu süreçler istesek de istemesek de devam edecektir. Bize düşen isteyerek çözüm üretimine katkı yapmaktır. Toplumsal olarak çözdüğünüz sorunları politik olarak çözmediğiniz zaman topluma ayak bağı olmuş olursunuz. Bize düşen politik olarak çözülmemiş problemlerin üstüne gitmektir. Bunun için de ben, ‘biz duygusunu‘ çok önemsiyorum. Yapılması gereken ‘ben ve öteki’ ikileminden kurtulup ‘biz‘in kapsamını genişleterek farklılıkları bu ‘biz‘in içine alabilmektir. Bunun için demokrasinin çözüm üretebilir niteliği olduğunu düşünüyorum.
Mevcut sorunların bizi nereye götürebileceği konusunda şunu düşünebiliriz: Birincisi ‘ayrışma‘, ikincisi ‘asimilasyon‘, üçüncüsü de ‘entegrasyon‘. Biz bu süreçte zenginleşerek entegrasyonu gerçekleştirebiliriz. O zaman bizim milliyetçiliğimiz ortak bir değerler zemini yaratma alanı haline gelebilir. Eğer bunu başaramazsak sivil toplumun gerisinde kalmış bir aydınlar zümresi olarak tarihin kayıtlarında yer alırız. Ben Türkiye’nin hepimizi harekete geçirebilecek kadar dinamik ve hareketli olduğunu düşünüyorum. Onun için sivil toplumun güçlenmesi gerektiğine inanıyorum. Sivil toplumun üreteceği ortak bir akıl var ve bu ortak akla hepimizin ihtiyacı var.”
Bu görüşlerden de sivil düşüncenin Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) ülkemizdeki “Ben ve öteki” açmazında kurtulup “onarıcı bir yaklaşımla” Sayın BİLGİN’inde ifade ettiği gibi ortak bir akıl üretip “biz‘in kapsamını genişleterek farklılıkları bu ‘biz‘in içine alacak projeler üretip, hayata geçirmesi konusunda katkı sunması gerekir diye düşünüyorum..’