Türk’ün Heykele Bakışı (1)

112

Şimdilerde bir şehri gezerken ilk uğranılacak yerlerin başında o şehirde açılmış büyük alışveriş merkezleri gelmektedir. Dünyaca ünlü markaların yer aldığı bu tür modern çarşıların göz boyama kuvveti sandığımızdan fazladır.

Bolca aydınlatılmış yüksek tavanları, aynalandırılmış yüzeyleri ve her türlü yiyecek içecek imkânlarıyla bu çarşıları gezen vatandaş, nihayet ülkemizin hayli geliştiğine de iman getirecektir. Acaba öyle mi?

Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak dünyadaki örneklerine bakarak bu çarşılarla pekala mümkün görünüyor. Ya insan faktörü? Bireyler olarak muasır medeniyetleri bazı konularda yakalamış olmak bizi başka ve asıl önemli meselelerden azade kılmaya yetiyor mu? Ki, asıl mesele, muasır medeniyetleri yakalamak değil onların fevkinde, çok daha iyisini ortaya koyabilmekte.

Bir şehri gezerken diye başladık ya, en görülesi mekânlar deyince aklımıza parklar, müzeler, saat kuleleri, önemli yapılar, varsa tabiat güzellikleri gibi pek çok yer akla gelir de şehrin heykelleri nedense fazla ilgimizi çekmez. Gezip gördüğümüz şehirlerin meşhur meydanlarında mutlaka bir Atatürk heykeli vardır meselâ; genellikle at binmiştir veya ayakta kararlı bir duruşla tasvir edilegelmiştir. Bu heykellerden belki de en sözü edilesi Taksim Cumhuriyet anıtıdır. Çünkü orada Atatürk ve millet, bir bütün olarak ayakta, hareket halinde tasvir edilmiştir. Bu heykeldeki hareketlilik abidenin dört cephesini de kapsar. Şayet yanında durup birkaç dakikalığına geleni geçeni seyre koyulacak olursak şunu görürüz: İnsanlar bu abidenin önünde durmuş, birilerini beklemekte, randevulaştıkları insanlarla bir an önce buluşabilmek için cep telefonlarını kulaklarına yapıştırmışlardır. Kimsenin başını kaldırıp yanlarında duran bu kompozisyona bakmadıkları, genelde kimsenin dikkatini fazlaca çekmediği görülür. Çünkü bizler heykellerle pek ilgilenmeyiz. Heykeller millet olarak ruhumuza fazlaca nüfuz edememişlerdir.

Oysa milli gelirimiz nereden nerelere gelmiş, otoyollarımız özel arabaların istilasına uğramış, alışveriş merkezlerimiz insanla dolup taşmıştır. Şehir merkezlerimiz lokanta, kafe, dürümcü, dönerci dükkânlarından geçilmez, fazladan seyyar arabalarda mısır, kestane, Şam tatlıcıları, nohutlu pilav arabaları, olmadı,  çekirdek çitleyen iki ayaklı çekirge orduları, daha neler neler.

Oysa altı yüz yıl dünya barışının nabzını tutmuş, yedi düvelin gönlünü çelmiş bir millet sanat vadisinde nihaî eserleri vermeli değil miydi? Hürriyetin, merhametin, kardeşliğin heykellerini dünyaya biz dikmeyeceksek kimler dikecek? Bize has ululukların, enginliğin, manevi zenginliğimizin eserlerini, Batı’nın anlayacağı sanat dilleriyle ifade edebilmek elbette yine bu millete düşecek. Ama önce heykellere başımızı kaldırıp nazar atfetmek lazım. Onları görmemiz, bize neler hatırlattıklarını, bizim için ne ifade ettiklerini yeniden düşünmemiz lâzım.

Pekiyi ama heykeller bizi niye ilgilendirmez? Niye görende bir heyecan, bir kıvanç, bir övünç yaratmaz? Niye acaba?

Batı ülkelerinde şehir meydanlarını süsleyen heykeller o şehrin, o milletin ruhunu yansıtır. Oralara gitmemiş olanlarımızın bile resimlerden, gazetelerden, dergilerden o şehirlere aşinalığı vardır. Çoğu zaman gidilip görülecek dünya kentlerinin başında Paris, Roma, Venedikle başlayan listelerimiz olur. Çünkü orada görülecek çok şey vardır, başta şehrin alametifarikası olan heykeller, havuzlar, meydanlar… Batı’ya hayranlığımız böyle konularda diz boyudur. Kendi heykellerimizin önünde can sıkıntısından esner dururuz. Çünkü bizi birbirimize bağlayan ortak tarihimizi, ortak akidemizi bize hatırlatacak, hatırlatmakla kalmayıp yeniden kanatlandıracak eserleri henüz verememişizdir. Bizim bir Musa heykelimiz hiç olmasa da olur. Fakat bir Fatih Sultan Mehmet Han, bir Osman Gazi, bir Uluğ Bey heykelimiz, onlara yakışır güzellikte bir heykelimiz niçin olmasın? Bakanları hayrete, huşûya garkedecek, haşyet duygularıyla heyecanlandıracak heykellerimiz artık olmalı. 

Buna önce bizler, millet olarak ihtiyaç duymalıyız. Sanatkârlar olarak ihtiyaç duymalıyız. Bu eserleri henüz verememiş olmanın sıkıntısını, cenderesini ve nihayet ihtiyacını duymalıyız.

Yoksa ” hadi bizde de birkaç heykel oluversin.” anlayışıyla bizler ancak, bahçelerimize, balkonlarımıza alçıdan birer ördek, kaz veya uyduruk bir kartal kondurmayı sanatseverlik zannedeceğiz.

Ama zenginlik başa beladır, kimilerimiz kazla ördekle yetinmeyip evlerimizin önüne fil heykeli kondurabilir. Veya bir gergedan… Evlerimizin, bahçelerimizin tanzimi, tezyini artık zevkiselimimize kalmış bir keyfiyettir.

Bizim testilerde vaktiyle ne güzel üzüm suları, ne leziz meşrubatlarımız olurdu ve her testi ne güzel sızdırırdı içindekini.