İki Arada Bir Derede

120

Bilenen öykücüktür: Çocuk, “Baba, atımızı çalan hırsızı yakaladım.” diye seslenmiş. Babası, “Getir oğlum.” demiş. Oğul, “Gelmiyor baba!” deyince, Baba, “Bırak gitsin, oğlum.” demiş. Çocuk, bu defa “Gitmiyor, baba!” diye cevap vermiş.

Günlük basit işlerimizde, iş hayatımızda, sosyal ilişkilerimizde, siyasette öykücükteki çocuğun durumuna düşer ya da hırsızın yaptığı gibi yaparız. “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” dediğimiz ikilemler yaşarız. Türkçede “iki arada bir derede kalmak” deyimi kullanılır bu durumlar için. Çaresizliktir, kararsızlıktır, müşkülpesentliktir bunun adı. İnsanı karamsarlığa sürükler çok kez böyle durumlar. Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım, soruları üşüşür başımıza. Yol gösterenler çok olur. Hiçbiri yatmaz kafamıza söylenenlerin. Çünkü onlar olayın merkezindeki kişi değillerdir. Doğacak sonuçtan etkilenecek de değillerdir. Size yol gösteren kişi olma bilgiçliğiyle söylenen,  akla hayale gelmeyen, mantığa sığmayan önerilerdir çok zaman bunlar.

Kişilik çatışması, değer çatışması, istek çatışması denebilinir yaşadığımız olguya. Bizi yönlendiren dominant değer etkilidir yönlendirilmemizde. Hazlarımız, sosyal statümüz, ortaya koyduğumuz ya da kazanma ümidi taşıdığımız maddi değer etkin olur kararımızda. Bazen de kuru bir inattır bizi yönlendiren. “Madem öyle, işte böyle.” veya “İnceldiği yerden kopsun.” deriz. “En kötü karar, karsızlıktan iyidir.” teziyle hareket eder, seçeneklerden en yanlış olanı seçeriz. Erkekliğe de laf söyletmeyiz hani. Kararımı ben verdim, bedelini de ödemeye razıyım, deriz.

Kararsızlığımızı harici ve dahili diye iki nedene bağlayabiliriz. Birileri bizi kullanmak, cezalandırmak, üzerimizden rant elde etmek ya da bize iyilik yapmak istiyor olabilir. Bu nedenle onların getirdiği öneriler bizi hazırlıksız yakalayabilir veya iyi niyetle bağdaşmayabilir. Bu önerilerin nedenlerini çözemeyebiliriz veya bir takıntımızı  aşamayabiliriz. Getirilen önerinin nedeni ve şeklinden çok, belirsizlik taşıdığı için sonuçlarına takılmış olabiliriz. Bir iç çatışma yaşayabiliriz. Yaşımız, beklentilerimiz, kişilik yapımız, maddi gücümüz, önerileri bize lüks kılabilir. Bunların bütünü veya bir kısmı; bizde, adına girdap, anafor, kaos diyebileceğimiz  çıkmazlar oluşturur. Stres, enfarktüs, doğal sonuç olarak ortaya çıkabilir. Bunlar olmasa bile “dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” olmamanın garantisi yoktur.

Böylesi sıkıntılara düşmemek için, “Bilge adam her kusuru görmez.” deyip öykücükteki gibi atımız da çalınsa, hırsızı görmezlikten gelebiliriz. Hırsızın gelmesiyle ve gitmesiyle ilgilenmek zorunda kalmayız. “At, gitmiştir. Yaşayan atlar sağ olsun, onlar bizimdir.” inancıyla hareket etmek ve yolumuza devam etmek de tercihimiz olabilir. Geride kalanlar önemli olsaydı Allah bize arkada da iki göz verirdi, demek ki ilerisi önemlidir.” inancıyla kendimizi teselli eder, yeni projelerimizin peşine düşebiliriz.

Söylenenlerin tamamı, bir kararsızlığın doğal sonuçlarından biri. Sıkıntılar bitmez, hayatımızda hep yer alacaktır. Sıkıntıların birer imtihan türü olduğunu, her fiilin bir failinin bulunduğunu, dolayısıyla hiçbir eylemin yüce iradenin bilgisi dışında gerçekleşmeyeceğini, bizim yetersiz kaldığımız zamanlarda dahi yüce yasa koyucunun gözetiminde bulunduğumuzu bilmek zorundayız. Bu inanış, bizi rahatlatır. Sıkıntıları bedenimize ve ruhumuza yüklememiş, inancımıza yüklemiş oluruz. Yorulan inancımız olsun.

Ben bu inanışı bilinç haline getirerek eyleme dökme becerisini henüz gösteremedim. Bunu başaranlara ne mutlu! Umudumu da yitirmedim.