Ali Bey, dost canlısı, samimi bir insan. Öğretim üyesi, profesör. Bir konferans için gelmiş kentimize. Konferans öncesi oluşan dost meclisinde tanıştık. Sohbetinin bir yerinde şöyle dedi: “Zaman zaman kader hakkında sorular soruyorlar bana. Soranlara diyorum ki: ‘Kader konusunda konuşmak saatleri alır, size şunu sorayım. Siz şu an bulunduğunuz konumdan memnun musunuz?’ Genellikle hayır cevabı alıyorum. Demek ki sizi birileri getirdi buraya, siz istemeseniz de buradasınız. İşte kader budur.” Ben de kendimce düşünmüştüm kaderi; ancak bu kadar veciz anlatamamıştım.
Şehrimizin saygın sağlık kuruluşlarından birinin hem ortağı hem işletmecisi olan Yaşar Bey katıldı sohbetimize. Bir olay anlattı. Olay Pamukova civarında yaşanmış: Bir fabrika işçisi, her gün işine gittiği servis minibüsünü o gün kaçırır. Mesaisine yetişmek zorunda. Bir taksi tutar, taksiciye kendisini servise yetiştirmesini söyler. Birkaç kilometre sonra taksi servis minibüsünün önünde durur ve işçi servisine biner. On dakika kadar gidilir. Karşıdan gelen bir kamyon, işçileri taşıyan servise ortadan vurur. Minibüste bir kişi ölür. O da az önce servisi kaçırdım diye paniklediği için taksi tutan fabrika işçisidir. Sanki eceline taksi tutmuştur rahmetli.
Bu tip olayları her birimiz duymuşuz veya yaşamışızdır. Bilmiyoruz neyin ne olacağını. İşte geldik, işte gidiyoruz. “Kısmetindir gezdiren yer yer seni / Arşa çıksan akıbet yer yer seni.” diyen şair gibi. Kaderin adını “kısmet” koymuşuz. Derler ya: Bindik alamete, gidiyoruz kıyamete. “Ben istedim de oldu.” diye bir şey yok. Görünmeyen bir elin gücüyle, tenimizi okşamayan rüzgarın yönlendirmesiyle bir yerlerden buralara geldik. Yarın nerede olacağımızı bilmiyoruz. Var mı olacağı yerin garantisini verebilecek kişi? Buna kaderini çizmek denir. Kader haritamızı çizmek, ne yeteneğimiz dahilinde ne görevlerimiz arasında ne da yetki alanımızda…
Hüseyin Bey dostum geldi geçen gün. Yapacağı iş değişikliğiyle ilgili istişare yapmak istemiş benimle. Bildiklerimi, gireceği ortamla ve yapacağı işle ilgili kaygılarımı anlattım kendisine. Her şeye rağmen gelen teklifi değerlendirmesini önerdim. Şunu söyledim: “İnsanın nerede bulunduğu o kadar önemli değil, bulunduğu yerde ne yaptığı önemli. Bulunacağımız yeri biz seçemiyoruz; ancak bulunduğumuz yerde yapacağımız işin kalitesini biz belirliyoruz. Bizi değerli kılan, bulunduğumuz yer değil, orada üzerimize düşeni ne kadar güzel, ayrıcalıklı yaptığımızdır. Budur insanı üstün yapan meziyet.” Hüseyin Bey, sanırım ikna oldu, teşekkür ederek ayrıldı.
Her zaman derim: Ya bir işi ilk yapan sen olacaksın ya da yapılan işi en iyi yapan sen olacaksın. İlk yapan olmak, her zaman mümkün olmayabilir, en iyi yapan olmak mümkündür. Bu bir terbiyedir, ahlaktır. Toplum olarak, bu konuda eksik olduğumuzu söyleyebilirim. Atasözümüzde bile, “Üzüm, üzeme baka baka kararır” denmiyor mu? Üzüm, birbirine bakarak niçin ağarmıyor da kararıyor?
Kötüden örnek olmaz. İyiler, daima iyileri örnek almalılar. Kader haritamızı çizemiyoruz; fakat dünya haritasının kaktüsü değil, gülü, lalesi, sümbülü olabiliriz. İşte, imtihan burada başlıyor. İyi olmak ve bir şeyin en iyisini yapmak…
Vicdanları devreye sokmalıyız. Ombudsmanlık görevi vermeliyiz ona. Fikirlerimiz, zihinlerimiz, bedenlerimiz uzak kalıyor vicdanlarımızdan. Bizi erdemli, ayrıcalıklı yapan bu gücü ihmal ediyoruz. Korkuyoruz onunla baş başa kalmaktan. Ayıplarımızı, hatalarımızı, günahlarımızı söylüyor bize. Eleştirilmek hoşumuza gitmiyor. Kusurlu da olsak, haklı görünmek nefsimizi okşuyor. Nefsimiz, bizi bir kurt gibi kemiriyor, farkında değiliz bunun. Yolun sonuna gelince kaderi suçluyoruz. Hepimiz yel değirmenlerine saldıran Donkişot’uz.
Bırakalım kaderle uğraşmayı artık. Kendimize bakalım, içimize bakalım. İyilikler yapmak adına vicdanımızı dost edinelim. Ben, istediğim için gelmedim dünyaya, dünyadan gidişim de bana sorulmayacak. İstediğim için de bu ülkede yaşıyor değilim. Zaman ve mekan bana emanet. Kötü olan, zamana ve mekana ihanet. Bize yakışan letafet. Mekanınız neresi olursa olsun, ameliniz güzel olsun.