Karikatür ve Din

120

Din, kimsenin ilgisiz kalamadığı bir konudur her zaman.  Yaşayanı da yaşamayanı da dinle etkileşime girmiştir. Kimi teslim olup yaşayarak, kimi direnip saldırganlaşarak… Bu durum karikatürlere de yansımıştır.

Hasan Kaçan, 1970-80’li yıllarda Türkiye’de en çok satan mizah dergilerinde karikatür çizmiş bir karikatürcüdür. Kendisi karikatür çizdiği gençlik dönemlerinde Tanrı’yı reddeden düşünce akımlarının etkisinde kaldığını, fakat daha sonraları kendi deyimiyle “dine yaklaşınca” bu etkiden kurtulduğunu belirtir.

Sanatçı dediğin…

O yıllarda yaşadıklarını ve yorumlarını “Haltt” ismini verdiği bir kitapta topladı. Bu kitabın bir yerinde aşağıdaki satırları yazıyor:
“70’li yılların moda akımıydı devrimcilik. Marks’ın, Engels’in kitapları toplu olarak okunur, arkasından da okunan konular üzerine grup tartışmaları yapılırdı. Marks kafaya takmıştı bir kez; geleneği, aileyi ve dini dünya üzerinden silecek, işçi sınıfının biricik öğretisi ‘bilimsel sosyalizm’i getirecekti hesapta.

Devrimcilerin tartışmaları da genelde bu konuları kapsardı. ‘Allah var mı, yok mu?’, ‘Aile, burjuvazinin mallarını satmak için pompaladığı bir kurum mu?’, ‘Gelenek, yobazlık veya tutuculuk mu?’

Bizim gibi, sanatçı olmak için illa da devrimci olmak gerektiğini sanan gelenekten yetişmiş, Anadolu kökenli yeni yetmelere devrimci ağabeyleri öncellikle metafiziğin bilime aykırı olduğunu, Tanrı diye bir şeyin olmadığını, insanın kolaylıkla ailesini (anasını, babasını, kardeşini, karısını) gözden çıkarabileceğini öğretmekle görevliydiler.

Kolay değildi, yıllarca geleneksel kültür ve geniş aile içerisinde pişmiş bu çocukları tekrardan eğip bükmek… Devrimci ağabeyler okuma seansları, bilinçlendirme seansları, gece dersleri, hakikaten zorlu bir işi becerip, bu hıyar Anadolulular’ı gerçek birer devrimci yapma yolunda ciddi mesafeler katetmişlerdi. Artık bizler (hâşâ) Allah’ın olmadığına, ailenin saçmalığına, ana babanın, geleneğin, insanın karşısında sırf baskı unsuru olarak bulunduğuna inanıyorduk…”

Arabesk devrim

Hasan Kaçan, yazının devamında bu inanışta olmalarına rağmen o yıllardaki bazı arabesk şarkıcıların söyledikleri “Yarabbim sen büyüksün, Yarabbim sen gönülsün…”, “Tanrım senden başka kimim var ki! Yok yok yok…”, “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş / Tanrı istemezse insan ölmezmiş…” gibi şarkılardaki Allah inancıyla ilgili mısraların “Marks’ın öğretilerini bir anda dumura uğrattığını” ve  içki içip sarhoş olduktan sonra devrimci ağabeylerinin de dayanamayıp bu arabesk şarkıları söylediklerini biraz da mizahi bir dille anlatır.

Peki 70’li yıllardan bugüne devrimci ağabey profilinde bir değişme olmuş mudur? Dikkat edilirse bu profilin özelliği “bilimsel sosyalizm” adı altında  İslâm’ın inanç esaslarını reddetmek ve bu reddedişlerini  yaymak içinde “sanatı”  kullanmalarıdır. Nitekim Hasan Kaçan “Bizim gibi sanatçı olmak için illa da devrimci olmak gerektiğini sanan…” cümlesini kullanır. Yani bir bakıma “sanat” ve “sanatçı olmak” onların tekeli altındadır. Ve bu sanatçıların ilk hedefi de dindir. Türkiye’de ise İslâm Dini. İslâm’ın iman esaslarına, müslümanların bu iman doğrultusunda yaşamalarına ne kadar çok saldırırsan o kadar “büyük sanatçı” olursun!..

Bugün 70’li yılların devrimci ağabeylerinin söylemleri artık yazılı ve görsel medyada fazla yer almıyor. “Bilimsel Sosyalizm” tabiri yerini “Sekülerizm”e (dini kabul etmeyen, dünyacı anlayış) bırakmış ve bunun üzerinden sanat ve sanatçı tanımlamaları yapılmaya başlanmıştır. Seküler anlayışta ateizm (Tanrı tanımazlık) propagandası yoktur. Fakat Batı kökenli bu anlayış da, dinin toplumsal hayattan çekilmesini amaçlamaktadır.

İster sosyalizm adına olsun ister sekülerizm, taraftarları kendilerini dine gösterilen tepki üzerinden kanıtlamaktadırlar. Kullandıkları bir saldırı metodudur. Fakat saldırdıklarını da kabul etmezler.

Savunma ve eleştiri

Bu saldırılara müslümanlar başlangıçta savunma pozisyonuna geçerek tepki vermişlerdir. “Ne olduklarını” değil de “ne olmadıklarını” anlatmaya çalışmışlardır. İftiralar karşısında yazı ve çizgiyle “irticacı, gerici, yobaz” olmadıklarını kanıtlamaya çalışmışlardır.

Günümüzde bu savunma anlayışı yavaş yavaş azalmaktadır. Niyetin üzüm yemek olmadığı anlaşılan saldırılara karşı savunma yapmanın anlamsızlığı ortaya çıkmıştır. Müslüman karikatürcüler de artık işlerinin gereğini yapıp, her tür soruna dikkat çekip çözüm gösterme gayretine girişmişlerdir. Kendisi gibi inanmayanları ve yaşamayanları eleştirdiği gibi, müslüman hayatının iç sorunlarını da ele almaya başlamışlardır.

Müslüman karikatürcü, Allah’a ve Hz. Peygamber s.a.v.’e inanmayanları eleştirir. Yaratılışa masal diyenleri eleştirir. Bununla birlikte müslümanım deyip namaz kılmayanları da eleştirir. Zekât vermeyenleri de eleştirir. Her tür yanlışı eleştirir. Çünkü kötünün çirkin yüzünü karikatürize edip ortaya koymak onun görevidir. Sanatının ahlâkıdır.

Namaz kılmamak kötü bir şeydir. İçki içmek veya kumar oynamak nasıl kötü bir alışkanlık ise ve toplumun tüm kesimleri tarafından eleştiriliyorsa, namaz kılmamak da kötü bir davranış olarak görülür ve eleştirilir.

Nasıl ki vergi vermeyenler veya vergi kaçıranlar karikatürlerde sıklıkla eleştirilir; üzerlerinde başkalarının hakkı olan zekâtlarını vermeyenler de eleştirilir. Daha önce hacı olmamış, hac zamanı geldiğinde de hacca gitmeyip beş yıldızlı otellerde su gibi para harcayarak tatil yapanlar da eleştirilir.

Aslında bu eleştiriler, müslümanların müslüman karikatürcüler üzerindeki haklarıdır aynı zamanda. Kardeşin kardeşini uyarması sorumluluğu vardır.

İyi niyet ve sabırla

Gerçi kendini başka görenlerin, iyi niyetten yoksun saldırılarından da faydalanmak mümkündür. Fakat akılda tutulması gereken önemli bir konu şudur: Her ne kadar iyi niyetten yoksun olsalar da, ülkemizde müslümanların inanç ve yaşayışıyla alay edenler de göğüslerini gererek müslümanım diyen insanlardır. Yaptıkları haksızlığın, çizdikleri karikatürlerin İslâm’ı yeterince bilmemek ve anlayamamaktan kaynaklandığı çok açıktır. Yani cahildirler.

Her yanlışa olduğu gibi onların yaptıklarına da kızmamız normaldır. Fakat kızgınlıktan çok merhamet göstermemiz gerekmektedir. Çünkü bu insanlar hem cahil, hem de tasavvufî tabirle manen hastadırlar. Tedaviye ihtiyaçları var.

Psikologlara giden insanların sayısında zaten büyük artış var. Bu açıdan bakınca karşımıza garip bir tablo çıkıyor; hasta ve zavallı insanlar tablosu. Bu girdaplaşan bir durumdur ve lehte veya aleyhte tavırlarla bu girdaba yakalanma tehlikesi söz konusudur. Sükûnet ve dua hepimiz için faydalı olacaktır. Unutmayalım ki bu ülkede yaşayanlar nihayetinde bizim yakınlarımız, akrabalarımızdır.

Elbette tavrımız, ne adına adına olursa olsun, hangi yanılgıyla gerçekleşirse gerçekleşsin çirkin saldırılara hoşgörüyle bakacağımız anlamına gelmiyor. Hem yazı hem çizgiyle karşı eleştirilerin yapılması medeni bir haktır ve görevdir. Fakat eleştiri ve uyarıların da yapıcı olmasına dikkat etmeliyiz. Hem eleştirip hem yapıcı olmak da artık yazarı ve çizeriyle edinmemiz gereken bir maharettir.
Sözün bu yerinde Türk mizahının piri Nasreddin Hocamızı biraz analım. Hepimiz onun iğneleyip eleştirirken ne kadar yol gösterici olduğunda hemfikiriz, değil mi?

Yazımıza Semerkand Yayınları’nın Tarihi Şahsiyetler Serisi’ndeki Nasreddin Hoca’yla ilgili bir kitaptan alıntıyla son verelim:

Bizim Akşehir’de nâdânın (haddini bilmez, cahil) biri;

Gözüne kestirmiş Hoca fakiri
Şuna takılayım demiş içinden:

Hoca demiş, güçlü imiş nefesin,
Kerametin dilindedir herkesin
Oku üfle bizim karakaçana,
İki nal parası kâr kalsın bana
Senin kerametin kalmasın saklı
Olsun bizim düldül iki ayaklı…

Bir ya sabır çekmiş içinden Hoca,
Yürü, demiş, katma taşı pirince
Doğru git yoluna kızdırma beni
Şimdi dört ayaklı yaparım seni.