Doğum ve ölüm, sizin yakınınızdan biri için olursa, bu bilmece gündeminizi biraz daha meşgul edebiliyor. Yaşadığımız zaman, bir süre sonra sizi bu gerçekleri düşünmekten uzaklaştırabiliyor. Ölüm, hem dünyacı bir algılamayla, kazanımlarımızdan kopmak istemediğimiz için hem de sonrasını bilmediğimiz için bize hep itici geliyor; ölmemek için direniyoruz. Doğum, belki, hem sonrasını, kısmen de olsa, bildiğimiz hem ortaya çıkan yavruyu kazanç kabul ettiğimiz için bizde sevinç yaratıyor. Doğmadan öncesini bilseydik, her doğan için sevinir, öldükten sonrasını bilseydik her ölen için bu kadar ağlar mıydık?
Torunumuz Ayşe Ebrar’ın doğumu bizde sevinç dalgası oluşturdu. Biz dedeler olarak, Ayşe’nin annesinden ve babasından daha heyecanlı, mutlu görünüyoruz. Ayşe ise günlerdir ağlıyor. Dünya hayatı dünyadaki insan sayısınca vagondan oluşan bir tren. Yaşam, bir tren seyahati. Adına kader dediğimiz bu trene hepimiz vagon misali ekleniyoruz. Ayşe Ebrar, bu trende vagon olmaya mı isyan ediyor yoksa. Onun bütün hayatı, bizimki gibi, bu vagonda geçecek. Tren bizi nereye, ne kadar süre götürecek, bunu vagondakilerden kimse bilmiyor. Misyonumuz, vizyonumuz; vagonun içinde yaptıklarımızla sınırlı. Biz bu sınırlı alanımızda yaptıklarımızdan sorumluyuz, ölüm sonrasında ancak bu dar alanın hesabını vereceğiz.
Doğum ve ölüm, bir realite olarak, çok ilginç gelir bana. Yaratıcının sırrı bu. Ne garip değil mi? Varlığa seviniyoruz, yokluğa üzülüyoruz. Elma özlemi çeken çocuğa önce bir elma verirler; çocuk sevinir. Sonra bir elma daha verirler, çocuk yine sevinir. Verilen elma sayısını artırırlar. Sayı arttıkça sevincin şiddeti azalır. Sonra çocuktan elmaların tamamını geri vermesi istenir, çocuk vermez. Bir elması zorla alınır, ikinci elması alınır; çocuk ağlamaya başlar. Bu böyle devam eder. Kaybedilen her dünya değeri, kişide ağlamaya neden oluyor. Çocuğun, hiç elması yoktu. Verilen elmalar da kendisinin değildi. Ne oldu da önce sevindiklerine sonra ağlamaya başladı. Doğum ve ölüm, bizim olmayan üzerinde gülmek ve ağlamaktan başka bir şey değil. O halde biz, niçin güler ve ağlarız. Birileri bizimle oynuyor mu, yoksa burada başka bir sır mı var? Doğum ve ölüm gerçeğini kim hangi dünya görüşüyle değerlendirirse değerlendirsin, bu Yaratan’ın bir sırrı, yaratılanın muamması olarak kalacak.
Ayşe Ebrar, dünya treninin sayısız vagonlarından birinin yolcusu olarak bakalım nelerle karşılaşacak? Bazen diğer yolcularla aynı kaderi paylaşacak, bazen dar dünyasının kaderini yaşayacak. Dileğimiz, duamız; o, bu seyahatin mutlu, hayırlı, ismiyle uyumlu yolcularından biri olsun. Bizim için övünç, insanlık için kazanç olsun.
Birkaç gün önce okuduğum rübaide şair şöyle diyordu: “Yaş döktü bulut, çayır çemenden geçerek. / Mümkün mü, kızıl şarabı nûş eylememek? / Gerçek bu, çemende şimdi biz gezmedeyiz. / Bizden bitecek çemende kimler gezecek?” Doğa ve insan, devinim içinde. Bitmeyen bir enerjinin ve gücün varlığını haykırıyor her şey. Gece gündüze gebe, doğum ölüme. Şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor. Çimenler yeşeriyor, tabiat canlanıyor. İnsanlar evleniyor, nesil ilerliyor. Toprak yağmurla geleni içmek, insanoğlu kaderini yaşamak zorunda. Bu kaderi, kendi vagonlarında bizden öncekiler yaşadı, şimdi biz yaşıyoruz. Bizim ektiklerimizi Ayşe’ler, Ahmet’ler biçecek. Bizim günahlarımız onların kaybı, sevaplarımız kazancı olacak. Ama onlar, bizimkilerinden değil, kendi günah ve sevaplarından sorumlu olacak. Bu döngü, başlangıcını bizim bilmediğimiz ezelde başladı, ebette bitecek. Sevinçler, gözyaşları bu sahneye çıkan kahramanların gıdası olacak; dostlar, düşmanlar figüranlık görevini üstlenecek. Oyun, dünyada sahnelenecek, bir ömür sürecek.
İyi ki doğdun Ayşe Ebrar; gelişinle varlığımızı sorguladık, istikametimizi test ettik. Doğumunu kendimize kazanç saydık. Hayırlara sebep oldun; seni Yaratan’a şükrolsun. Seninle övüneceğiz; çünkü sen kendisiyle övünülen “insan” olacaksın. Biz inanıyoruz, sen de inan!