Yaşamda Üç Cenaze

109

– Üstadım, ben niye böyleyim? Sizin söylediklerinize bazen dudak
büküyor – affedersiniz ama -Üstadım saçmaladı.” diyorum, sonra da
dediklerinizin doğru olduğunu anlıyorum ve kendi kendime tebessüm
ediyorum. Sözlerinizdeki nükteyi niçin hemen anlayamıyorum?

– Ne oldu yine? Anlat bakalım.

– Siz derdiniz ki: “Her olay, daha öncekinin benzeridir. Nasıl
fiziğin, kimyanın yasası varsa, sosyal olayların da yasası vardır.
Yaşadığımız son olay, insanoğlunun yaşadığı ilk olaylardan farksızdır.”
Az önce bir kitapta öykücük okudum, sanki bugünlerde aile çevremizde
yaşadığımız bir olayı anlatıyor.

– Aile çevrenizde yaşadığınız olayı sana bırakıyorum, okuduğun öykücüğü anlat, ben de meraklandım.

– Üstadım, üç arkadaş para kazanmak için evlerinden ayrılıp yola
çıkar. Bir süre sonra yorulurlar. Ağaç gölgesinde otururlarken
içlerinden biri yerde gömülü sert bir cisimle karşılaşır, bakar ki, o,
bir küp altındır. Sevinirler, kucaklaşırlar. Yaşça büyük olan,
paylaşmadan önce karnımızı doyuralım, der. Yaşça en küçük olanı bir
şeyler getirmesi için köye yollarlar. Bu da altının tamamını alabilmek
için böreklerin yanında hazırlattığı ayrana zehir koyar. Kalan iki
arkadaş da altınları ikiye bölmek, üçüncüsüne bir şey vermemek için
köyden gelene tuzak kurarlar ve onu öldürürler. Getirilen böreği yerler
ve ayrını bir güzel içerler. Birkaç dakika sonra ortada üç cenaze, bir
de küp vardır.

– Kertenkele, senin sürüngen zekân bile, bu saçmalıkları anlıyor ve
tuhaflıyor da insanlar niye anlamıyor ve değişmiyor? Mal, mülk, makam
hırsı için birbirlerine zarar verenlere seni artık gönül rahatlığıyla
öğretici tayin edebilirim.

– Üstadım, ben size göre dört ayaklılar sınıfında yer almıyor muyum?

– Olsun, dürtülerinde midesi ve göbeğinin altını merkez alanların ya
da henüz gönül ve akıl noktasından hayata bakamayanların dilinden ancak
sen anlarsın. Ortak lisan, iletişimi kolaylaştırır. Belki onlar da
senin gibi zamanla terfi ederler.

– Üstadım, benzetmeleriniz tartışma yaratacak gibi. Bilirim, siz
gürültüsüne dayanamayacağınız taşı yuvarlamazsınız, yine de üslubunuzu
yumuşatsanız, diyorum.

– Elbette haklısın. İnsanların, anlamsız değerler yüzünden
birbirlerini tahkir etmelerini bir türlü kabullenemiyor ve bu yüzden
pek öfkeleniyorum. Senin anlattığın öykücük yaşanmış da yaşanmamış da
olabilir. Ben sana yaşanmışını anlatayım.

– Üstadım, sizden dinlemek büyük zevk ve bir lütuf.

– Uzun Hasan’ı bilirsin. Akkoyunlu hükümdarıdır. O ölünce yerine
oğlu Yakup, hükümdar olur. Annesi ise diğer kardeş Yusuf’un hükümdar
olmasını istemektedir. Bir gün Yakup ile Yusuf avdan yorgun argın
dönerler. Yakup annesinin hazırladığı suyu iştahla içer, kalan yarısını
da kardeşi Yusuf’a ikram eder. Yusuf da zehirli suyun kalan diğer
yarısını içmeye başlayınca anneleri, yırtıcı kaplan gibi Yusuf’un
üzerine atlar, bardağı elinden alır ve kalan suyu içer. Şimdi ortada
bir hain kadınla günahsız üç yavru kalmıştır. Akkoyunlu sarayından aynı
anda üç cenaze çıkacaktır. Bu hainliğe sebep olan hükümdarlık makamı
bütün çirkinliği ile aklı kısa başka kurbanlarını beklemektedir.

– Üstadım, insanlar henüz kendileriyle olan sorunlarını halledememişken niçin birbirleriyle uğraşarak sorun üretirler?

– Aslında, sorduğun sorunun cevabını verebilecek yeterliliktesin.
Sen de bilirsin, bizim için mal, şöhret, kadın bir sınav aracıdır.
Yazık ki, bu sınavı pek çoğumuz kaybediyoruz. Tarih, “insanlık”
sınavını kaybedenlerin hikâyelerinin tekrarından ibaret. Büyük
savaşların nedeni de bu. Yaratılmış en sorunlu varlık, insan.
Sorunumuzun temelinde menfaat, şöhret tutkusu, hükmetme arzusu yatıyor.
Buna, çıkarcılık, megalomanlık, narsislik de diyebiliriz. İnsan,
rızkından fazlasını yiyemeyeceğini, biriktirdiklerinin hiçbirini
öldüğünde götüremeyeceğini, makamların aslında ateşten gömlek olduğunu
idrak etse hayat daha kolay olacak. Bizim kültürümüzde görev istenmez,
layık olana verilir. Layık olduğunuz halde size görev verilmiyorsa o,
size o görevi vermeyenlerin sorunudur. Hesap verecek olan, onlardır.

– Üstadım, şimdi ben zengin olamayacak ya da bir mevkie ulaşamayacak mıyım? Öyleyse ben niye çalışıyorum?

– Kertenkele, bu sorundan, sendeki ihtirasların, aklının ve gönlünün
önüne geçtiğini anlıyorum. Unutma, yapı taşı yerde kalmaz. Şeyin
dışında, önce “bir şey” olman lazım. Ayaklanmadan yürünmez,
kanatlanmadan uçulmaz. Ayakların ve kanatların, aklın ve kalbin olursa
yeryüzü sana hapishane olur. Üzgünüm, zindanda olduğunun farkında
değilsin. Ancak yarasalar karanlıkları sever.

– Üstadım, şimdi ben terfi etmiş bir sürüngen miyim, aşağılanmış bir kanatlı mıyım?

– İsterim ki, “eşref-i mahlukat”tan olasın. Başa döner, “ilk
insan”ın yaratılış hikâyesini öğrenirsek işin sırrını kavramış oluruz.
Şimdilik bu kadar!