İnsan, biyolojik, psikolojik ve sosyo-kültürel şahsiyeti olan bir
varlıktır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en büyük özellik ise onun
sosyo-kültürel bir hayata sahip olmasıdır. Ortak sosyo-kültürel yapısı
olan insanlar, benzer düşünür ve benzer davranışlar sergilerler.
Bununla birlikte kişi toplum içinde kendi kimliği veya şahsiyeti
(kişiliği) ile yer alır. Milletler de kendilerine has şahsiyetleriyle
diğer milletler içersinde hayat sürerler. Bu anlamda nasıl kişi
bütünleşemediği toplumdan dışlanırsa, kendi şahsiyetlerini kaybeden
milletler de tarih sahnesinden silinip yok olurlar.
Her insanın anlayışını, şahsiyetini ve dünya görüşünü ifade eden bir
benliği ve karakteri vardır. Bu benlik ve karakter, aynı zamanda onun
genel tutumunu ve davranışlarını da büyük oranda etkiler. Yüce
Allah’ın, “de ki: herkes kendi karakterine göre hareket eder…” (17 İsra
84) şeklindeki beyanı da bizim için konumuzu oldukça açıklayıcı
mahiyettedir. Milletleri de millet yapan, onların tutum ve
davranışlarını etkileyen, kendilerine özgü bir yönelime ve dünya
görüşüne sahip olduklarını gösteren milli ve dini benlikleri ve
karakterleri hatta daha geniş manada şahsiyet ve kimlikleridir. Mutlak
güç ve kudret sahibi olan Allah’ın, “her ümmetin yöneldiği bir yönü
vardır..”(2 Bakara 148) ifadeleri de herhangi bir din ve anlayışa sahip
olan insanların veya milletlerin bu doğrultuda hareket edeceğini işaret
etmektedir.
Bu anlamda hem insanlar hem de milletler daha geniş bir anlatımla
kendi mili ve dini benlik, kimlik ve şahsiyetlerine göre tanımlanırlar.
Özünü benliğin oluşturduğu kimlik veya şahsiyetin tanımı ise,
insanların, grupların ve milletlerin kimsiniz, kimlerdensiniz sorusuna
verdikleri cevaptır. Mesela, adım Kasım Kocaman, İbrahim Kocaman’ın
oğluyum, Kocaeli’liyim Türküm ve Müslüman’ım. Burada Kasım Kocaman
olmam ferdi şahsiyet ve kimliğimi, İbrahim Kocaman’dan doğmuş olmam
aile kimliğimi, Kocaelili olmam yerel kimliğimi ve Türk olmam milli
kimliğimi ve Müslüman olmam dini kimliğimi tasvir etmektedir. Özellikle
milli ve dini kimliğimiz ve şahsiyetimiz kültürel aidiyetimizi ifade
etmede önem arz etmektedir.
Bu açıklamalar çerçevesinde ülkemizdeki ve bazı Müslümanlar
ülkelerde yapılmakta olan yılbaşı kutlamalarını değerlendirmek gerekir.
Meseleyi bu gün sağlıklı bir şekilde değerlendirmemizi engelleyecek
mecralara çekmeden, kendi benliklerimize yönelerek özellikle mensubu
olduğumuz milli ve dini kimlik bağlamında sosyo-kültürel boyutlarıyla
ele almamız icap etmektedir. Yılbaşı kutlama veya eğlenceleri gibi
faaliyetlerin milli ve müslüman kimliğimizde yeri var mı dır?
Hıristiyan kişi ve milletler için ifade ettiği anlam, bizim içinde
geçerlimidir? Bu kutlamaları dini ve milli kimliğimiz bakımından masum
bir kutlama olarak mı kabul etmeliyiz? Benzemeyi, dini ve milli kültür
çerçevesinde ele almak koşuluyla, “hangi kavme benzerseniz, ondansınız”
(Müsned,II, 50) hadisi bize nasıl bir dünya görüşü vermektedir?
Yarım yüzyılı aşkın bir süreden beri miladi takvimin benimsendiği
ülkemizde, “yılbaşı” tabiriyle miladi yılın ilk günü olan 1 Ocak
kastedilir. Miladi takvimin benimsenmesi ise tamamen pragmatist yani
sağlayacağı uluslar arası faydalar nedeniyledir. Burada her hangi bir
dini ve milli kültür kapsamında bir benimseyiş bahis mevzu değildir.
Bunun birlikte hicri yılbaşı ile miladi yılbaşının dini yönden
birlerinden üstünlükleri de yoktur. Yine İslam’daki bazı hükümler
açısından ayların ve yılların kameri, yani ayın hareketlerini esas alan
takvimle hesaplanmasının önem taşıyor olması ile bu konunun birbirine
karıştırılmaması gerekir
Yılbaşı kutlamaları denilince de eski yılın sona erip yeni yıla
geçildiği 31 Aralık / 1 Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler
anlaşılır. Ancak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla girişin
kutlamaları gibi gözükmekle birlikte bunun Hıristiyan Batı’nın Noel
bayramıyla da yakın ilgisi bulunur.
Hıristiyan Batı’da miladi takvimin başlangıcına esas olarak Hz.
İsa’nın doğum tarihi alınmış ve bu giderek diğer ülkelerde de
benimsenmiştir. Bu bakımdan Hıristiyanlar aralık ayının son haftasını,
doğumun arefesini teşkil etmesi bakımından, en önemli dini bayram
olarak kabul etmişlerdir. Bu hafta içersinde Hıristiyanlar kiliseye
giderler, ayrıca birbirlerini ziyaret edip hediyeleşirler. Dini
atmosfer içinde geçen Noel bayramı akabinde ise, yeni yıla giriş büyük
bir çılgınlıkla, lüks ve israfla kutlanır.
Toplumumuzda ve diğer müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı
altında düzenlenen eğlence toplantıları ise, hiçbir kültürel ve
geleneksel temele sahip değildir. Bu bakımdan Hıristiyan olmayan
ülkelerde yılbaşı kutlamaları Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin
veya Hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucudur. Ülkemizde
öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve
gösterilen hassasiyet de buradan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerimin ve
Hz. Peygamber’in Müslümanlara diğer dini toplulukla göre farklı bir
kimlik bilinci ve kültür değerleri kazandırmak için getirdiği ilke ve
uygulamalar düşünüldüğünde, yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama
olarak algılanması ve tabii karşılanması mümkün olamaz.
Aksine, toplumumuzda kültürel tahribata, kimlik bunalımına yol
açtığı, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden geleneklerinden
koparıp Batı’nın önce hayat tarzına alıştırdığı, sonra değer ve inanç
esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürdüğü
dikkate alınırsa, yılbaşı kutlaması, Noel ağacı süslemesi, Noel babanın
hediye bırakması gibi adetlerin terk edilmesi gerekir. Bunların hepsine
Hıristiyan emperyalizminin manevi fetih silahlarıyla Hıristiyan kültür
unsurlarının istilasının bir uzantısı olarak bakmak icap eder. Aynı
zamanda bu faaliyetler küreselleşme adı altında bütün dünyayı kuşatmaya
çalışan batı kültürünün propagandasını yapan çok iyi makyajlanmış masum
yüzlü zehirleyici bebekleridir.
Bunları söylerken sanılmasın biz batı medeniyetinin ürettiği
insanlığa fayda sağlayan ilme ve teknolojiye düşmanız. Bunlar alınmalı
ve geliştirilmelidir.
Ancak bizi kimliğimizden koparan ve kendimize yabancılaştıran
kültürel unsurlara karşı kendi değerlerimize sahip çıkmalı ve onları
yaşamalıyız. Burada Mehmet Akif’in dizeleri batıdan neyin alınıp
alınmaması gerektiği hususunda da ışık tutacaktır.
Fransızın nesi var? Fuhşu, bir de ilhadı;
Kapıştı bunları “yirminci asrın evladı!”
Ya Alman’ın nesi var? Zevki okşayan birası;
Unuttu ayran’ı matuhe döndü kahrolası!
Heriflerin, hani, dünya kadar bedayili var:
Ulumu var; edebiyatı var, sanayi var.
Giden, birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i marifete.
Kuçak kuçak taşıyor olmadık mesaviyi:
Beğenmesen, “medeniyet!”” diyor, inandık, iyi!
Ne var, biraz da maarifi getirmiş olsa ..”desek:
Emin olun, size “hamallık etmedim?” diyecek.
Günümüzde toplumların kültürel değerlerini, hatta itikadi ve ahlaki
eğilimlerini, sahip oldukları hayat tarzı, ekonomik yapı, yerleşim ve
ulaşım imkanı, iklim ve çevre, eğitim, folklor, örf ve adet gibi ilk
bakışta konuyla ilgisiz bir çok husus derinden etkilemekte ve sonuçta
mekanizma kendi değerlerini üretmektedir. Avrupa’daki Müslüman – Türk
işçilerimizin çocukları ve torunlarının bu gün Batı’nın kültür ve
gelenekleri altında nasıl değiştiği iyi izlenirse toplumumuza yabancı
kültürlerden taşınan veya yabancı toplumlara özenti şeklinde başlayan
örf ve adetlere karşı duyarlı olunmasının önemi daha iyi anlaşılır.
Bunun için alınabilecek bir önlemde, kendi kültürel mirasımızdan ve
dini anlayış ve heyecanımızdan kaynaklanan değerleri, gelenek ve
adetleri iyileştirerek yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmak olacaktır.