Eskiden insan zekâsından bahsedildiğinde sadece zihinsel zekâ (IQ) anlaşılırdı. “Zihinsel zekâ
çözümleme, akıl yürütme, soyut düşünme, dil kullanımı, zihinde
canlandırabilme ve kavrama becerimizi” ifade eden bir kavramdı.
Son
senelerde bilim adamları farklı zekâ türleri olduğunu anlatan eserler
vermeye başladılar. En çok kabul gören tanımlamalar 4 zekâ türü
olduğunu; zihinsel zekâ (IQ) yanında fiziksel zekâ (PQ), Duygusal zekâ (EQ) ve ruhsal zekâ (SQ) nın da varlığını ifade ediyor.
Gözlemlerime göre doğuştan gelen bu yeteneklerin zekâ olarak tanımlanmış olması, genellikle kavramların doğru algılanmasını engelliyor. Bu kavramları kullanırken zekâ kelimesinin yetenek veya kapasite anlamında algılanması uygun olacaktır.
Bedenin fiziksel zekâsı (PQ),
onun herhangi bir bilinçli çaba olmaksızın yaptığı muhteşem işleri
tarif etmektedir. Bedenimizin solunum, dolaşım, sinir sistemleri,
korunma ve kendini yenileme mekanizmalarını düşününüz. Bir tek sayfayı
çevirmek veya öksürmek gibi basit görünen bir iş için 7 trilyon
hücrenin hayret verici fiziksel ve biyokimyasal koordinasyonu
gerektiğini hatırlayınız. İşte bedenimizin bu yeteneği, fiziksel zekâ
(PQ) olarak tanımlanmaktadır.
Duygusal zekâ (EQ)
kişinin kendisini tanıması, kişisel farkındalığı, sosyal duyarlılığı,
empatisi ve insanlarla başarılı iletişim kurma becerisidir. Uzun vadede
duygusal zekânın başarılı iletişim, ilişki ve liderlik konusunda
zihinsel zekâdan daha doğru bir belirleyici olduğu anlaşılmıştır.
Ruhsal zekâ (SQ)
ise sonsuz olanla bağ ve anlam ilişkisini ifade eder. Vicdanımızın
parçası olan gerçek ve değişmez ilkeleri ayırt etmemize yardımcı olur.
Yani SQ için pusulamız diyebiliriz. Ruhsal zekâmız, diğer zekâ türlerine yol gösterip, yönlendirir. Bu sebeple diğer zekâ türlerinden üstündür.
IQ
bilgisayarlarda da bulunur. EQ ise insan haricinde diğer gelişmiş
memelilerde de bulunur. Ancak SQ sadece insanlarda bulunur ve insanı
insan yapan en temel yetenektir.
Bu yetenekler doğuştan gelir. Ancak geliştirilebilir. Yukarıdaki tanımlamaları aldığım 8. Alışkanlık kitabında yazar Stephen R. Covey
bunları geliştirmek için pratik birkaç yol teklif ediyor. Doğuştan
gelen 4 zekâ türünün hitap ettiği, yaratılışımızın 4 parçası için birer
tane basit (!) alıştırma yapmamızı istiyor:
- Beden için – bir kalp krizi geçirdiğinizi varsayın; şimdi buna göre yaşayın.
- Zihin için – meslek hayatınızın 4 yıl olduğunu varsayın; şimdi ona göre hazırlanın.
- Kalp için – bir başkasının onun için söylediğiniz her şeye kulak misafiri olduğunu varsayın; şimdi ona göre konuşun.
- Ruh için – Yaratanla her üç ayda bir baş başa görüştüğünüzü varsayın; şimdi ona göre yaşayın.
Nasıl, alıştırma kolay mı?
Şimdi istenen her bir alıştırmanın başka kelimelerle ifade edildiğini hatırlayalım:
İnsana
kendi bedeninin bir emanet olduğunu ve korunması gerektiğini; elinizde
bir fidan var ve kıyamete bir fidan dikecek kadar zamanınız varsa, o
fidanın dikilmesi gerektiğini söyleyen; hakkında konuştuğun kişi
hakkında bırakın gerçek olmayan şeyler söylemeyi (iftirayı),
hoşlanmayacağı gerçekleri dahi söylemeyi (gıybeti) yasaklayan bir
kültürün içinden geliyoruz. Bu kültürün temelini teşkil eden İslam’ın
günde beş defa yaratıcıyla baş başa görüşmeyi (namazı) neden farz
kıldığını bir kere daha düşünelim.
Öyle anlaşılıyor ki 4 zekâ türünü geliştirerek “sıradan insan” olmayı değil “büyük insan” olmayı seçmek istiyorsak, “evrensel insanlık ilkelerini” uygulamak gerek ve biz bunun için çok uygun bir kültürel iklimde yaşıyoruz.
Bizi “büyük insan” olmaya götürecek, yukarıdaki alıştırmaları basit hale getirecek olan, içimizde bulunan adına vicdan denilen ahlaki duygu veya içimizdeki ahlaki yasa ile davranışlarımızın birleşmesidir.
“Ruhsal zekâ”nın temel bileşenlerinden olan dürüstlük, yani kişinin kendi yüce değerleri ve vicdanına sadık olması “büyük insan” olmanın ilk şartıdır.
Hazreti Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözünün bütün dünyada sevilmesi, insan vicdanında yansımasını bulan evrensel dürüstlük ilkesinin bir sonucu değil midir?
Ey Müslümanlar şimdi kendinizi bir dürüstlük testine tabi tutunuz. Camilla Badr’ın şiirinde söylediği gibi “Hazreti Muhammed sizi ziyarete gelseydi”
bugün yaşadıklarınızın ne kadarını O’nun yanında yaşayabilir,
dostlarınızın ne kadarını O’na tanıştırmaya cesaret edebilirdiniz? “Can
atar mıydınız kalsın diye sizinle,/ Ta sonsuza kadar./ Yoksa… Derin
bir nefes mi alırdınız,/ Sonunda gitti diye.
Ve siz Atatürkçüler.
Tam bağımsızlık ülküsünün öncüsü M.Kemal Paşa sizi ziyaret etseydi,
bugün savunduğunuz neo-mandacı, neo-himayeci fikirlerinizi O’na
anlatmaya cesaret edebilir miydiniz?
Kendini “en iyi Müslüman” sanan tarikat ehli
kardeşler, Şah-ı Nakşıbend, Abdülkadir Geylani, Mevlana Celaleddin
sizleri ziyarete gelse, birçoğunuz Onların Müslümanlıklarını beğenmez
bir kısmınız da onlara benzemek için mevcut halini değiştirmez miydi?
Aynı sözler Hacı Bektaş Veli’nin ziyaret ettiği Bektaşiler, Hazreti Ali’nin ziyaret ettiği Alevi kardeşlerimiz için de geçerli. Bu zatların yanında mevcut fikir ve davranışlarınızın ne kadarını savunabilirdiniz?
“Öyle elbiseler gördüm içinde adam yoktu; Öyle adamlar gördüm üstünde elbise yoktu” diyor Hazreti Mevlana. Şimdi bu evrensel ilkelerin ışığında, önce kendimize sonra da elbiselerine bakmaksızın “adam” saydığımız herkesi yeniden değerlendirelim. İçimizdeki “büyük adamı” dışarıya çıkaralım. Sosyal hayatımızda da “büyük adam”ları arayıp bulalım. Sadece gerçekten büyük ve değerli olanları önemli yapmaya çalışalım.