“AKP ve MHP’nin, üniversitelere türban serbestliği
getirme girişimine tepki gösteren, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu
on binlerce protestocu, 02 Şubat Cumartesi günü Anıtkabir’de düzenlenen
222-A (2. ayın 2’si saat 2) eyleminde bir araya geldi.”
Genel
olarak “Cumhuriyet Mitinglerini” düzenleyen grupların katıldığı bu
mitingde ve yurdun muhtelif yerlerinde yapılan benzer maksatlı
toplantılarda, üniversitelerde türban veya başörtüsünün serbest
bırakılması, “laik devlet yapısının yıkılmasının ilk adımı” olarak nitelendirildi.
Belki de ilk defa bir yasağın kalkmasını önlemek için bu derece ateşli demeçler ve tepkilerin gösterildiğine şahit oluyoruz. Özellikle de her türlü fikrin ve inancın serbestçe tartılabildiği mekânlar olması gereken üniversitelerin yöneticilerinden gelen “başörtüsüne yasak devam etsin” talebi, demokratik ülkelerde yaşanan bir ilk olsa gerektir.
“Türkiye İran olacak mı?” tartışmalarına, “başörtüsü/türban kamusal alanda yasak olsun” kampanyası açısından bir kere daha bakmak faydalı olabilir.
İran uygulamasında devlet erkini kullanan kesim, vatandaşlarına belli bir kıyafet ve yaşama tarzını dikte etmekte, özellikle kadınlara yönelik tahditlere uyulup uyulmadığı devrim muhafızları ile kontrol edilmektedir.
Hatta S.Arabistan uygulamasında
kadınların tek başına araba kullanmaları, alışverişe çıkmaları
yasaklanmış olup, bu ve benzeri sosyal hayata en basit katılımlarına
bile sınırlamalar getirilmiştir.
Bu tarz yönetimin arka planında, devlet gücünü kullanan kişilerin, yönettikleri ülkenin vatandaşlarını
seçme yeteneğinden mahrum, her an doğru yoldan ayrılabilecek zekâsı
kıt, ahlaki değerleri her an kötüye sapabilecek zayıflıkta, “potansiyel
günahkâr” veya “potansiyel suçlu” olarak görmesinin yattığını söyleyebiliriz.
Öyle ya, sadece insan olması nedeniyle saygıya layık bulunan, doğuştan gelen hak ve özgürlüklere sahip olan, İslami tabiriyle “eşref-i mahlûkat” yani yaratılmışların en şereflisi olan insanların kılık kıyafet ve yaşantısına “molla rejiminin” karışmaya ne hakkı olabilirdi ki?
İran’da,
devlet baskısının yanında onun kadar zararlı ve aşağılayıcı olan başka
bir unsur daha vardır. Rejimin değerlerini savunan ve onun dikte ettiği
kıyafet ve yaşama tarzını “tek doğru” olarak benimseyen halk kitlelerinin, kendisine benzemek istemeyen gruplara karşı uyguladığı “mahalle baskısı.”
Bu gruplar, kendilerinden farklı olanları psikolojik veya fiili
baskılarla kendilerine benzetmeye çalışır, başaramazsa da devrim
muhafızlarına şikâyet ederek devlet baskısı ile muratlarına ermeye
gayret eder.
Türkiye’de başörtüsünün/türbanın üniversitede
serbest kalmasından endişe duyanların kaygısı “üniversitelerin çağdaş
görüntüsünün bozulması”ndan ibaret değil. “Kadınlarımızın büyük
çoğunluğu türban takar, iş üniversitede kalmaz, ilk ve orta öğretime
yayılır. Kamu kurumlarında hizmet alanlara değil, hizmet verenlere de
zamanla bu imkân tanınır, daha da ötesi başörtülüler uygulayacakları ‘mahalle baskısı’ ile ‘yaşam tarzımıza’ müdahale eder” korkusundalar. (Tercih ettikleri fikirlere ve modern yaşama tarzına bu kadar güvensizlik duymaları doğru mu?)
CHP,
ÇYDD, bazı rektörlerin öncülük ettiği bu grupların yaptığı açıklamalar
ve Anıtkabir’de yapılan mitingde yaşanan bazı olaylar, bu grupların da
kendi kıyafet ve ‘yaşam tarzının’ tek doğru olduğuna inandığını, türban takanları laik rejim için tehlike veya düşman olarak gördüğünü gösterdi.
Miting olduğunu bilmeden aynı saatlerde Anıtkabir’e gelen iki türbanlı
genç kıza yapılan hakaret ve sataşmalar ve genç kızların “biz de laik
sisteme inanıyoruz” savunması yapmak zorunda kalması, “mahalle
baskısı”ndan daha ağır bir baskı değil midir?
Yine
türban tartışmaları kapsamında, askeri darbe yapmaya çağıran
profesörler, halkı geri zekâlı ve aptal gören yazarlar, “biz başı
örtülüleri üniversitede istemiyoruz” diyen kadın örgütlerine şahit
oluyoruz. Görüyoruz ki, kendisini “çağdaş” olarak
tanımlayanların bir kısmı, aynen İran’daki “molla rejiminin”
zihniyetine sahip: “Bize benzemeyenler geri zekâlı veya potansiyel
rejim düşmanı…”
Cumhuriyet değerlerini koruma
gayreti içine düşen insanlarımızın çoğunun iyi niyetli olduğunu
düşünüyorum. Ancak lütfen demokrasiye ve insanlarımıza güvenelim. Demokrasi özgürlükler arttıkça güçlenir. Halkına inanmayan demokrasiden bahsedemez.
Hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması ihtimali var olabilir. Ancak bu ihtimal hak ve özgürlüğün kullanılmasına mani olamaz, kötüye kullanan olursa kanunlar gerekli cezayı verir. Türkiye’nin demokrasisine ve halkımızın “Cumhuriyet değerlerine” bağlılığına güvenmek zorundayız.
İnanıyorum ki askeri rejim zamanlarında ihtilalleri savunanların bu görüşlerinden on yıl sonra utandıkları gibi, “yasak devam etsin” toplantıları yapanlar da, ileride bu görüşlerinden utanacaklar.
Çocuklarımız
da yıllar sonra bugün yaşadıklarımızı okuyunca şaşıracaklar. 21. yy
başlarında üniversitede okuyan bir kısım genç kızın başını örtmesi için
şiddetli tartışmalar olmuş. Zamanın yöneticileri de kullanılan örtüyü nasıl bağlayacaklarını kanunla düzenlemişler diye…