19. asır ve 20. asırda Osmanlı aydınları,
Şüphesiz ki, samimî olarak müslümandılar.
Ama bu samimî ve içten İslâmî inançlarına bağlı oluşları
Sathî, yüzeysel ve taklidî idi.
İslâm’a bağlılık ve teslimiyetleri vardı.
Fakat, ne Allah’ı lâyıkıyla tahkikî olarak tanıyorlar!
Ne de Hz. Peygamberi, tahkikî bir şekilde biliyorlar!
Ve ne de Kur’an’ı tahkîk ederek, doğru dürüst anlamışlardı!
Yani gereği şekilde tanımamış, bilmemiş ve anlamamışlardı!
Batı’da görüp de, almak istedikleri
Meşrutiyet, Demokrasi, Hürriyet ve Cumhuriyet gibi,
Mefhum ve kavramların ruh ve esaslarının,
İslâmda zaten mevcut ve var olduğunun;
Maalesef hiç mi hiç, farkında değillerdi!
Bu yüzden milletin gözünde, tuhaf bir mahiyet arzediyorlar!
Kendileri de bu netîceye bir mânâ ve anlam veremiyorlardı.
Bugün de, yazık, çok yazık ki, değişen bir şey yok!
Bütün bunlar; sadece bilmenin yetmediğini gösteriyor.
Anlamak çok farklı bir şey.
Bakıp da görmemek, duyup da işitmemek, bilip de anlamamak gibi,
Bir durumla karşı karşıyayız!
“Ol mâhiler (balıklar) ki, derya (deniz) içredir; deryayı bilmezler!”
İfadesinde belirtildiği,
Tıpkı balıkların içinde bulundukları denizden habersiz oldukları gibi.
Batı’daki Hürriyet havasını, Demokrasi iklimini ve Cumhuriyet ortamını
Kendi ülkelerinde teneffüs etmek ve solumak isteyen münevver ve aydınlarımız;
Dinde hassas, fakat akılla muhakemeden noksan idiler!
Böyle oldukları için,
Akıllı düşmanların, dine vermek istedikleri zararı;
Bir kısım aydınlarımız kendileri veriyordu!
Halbuki Meşrutiyet, Hürriyet, Demokrasi ve Cumhuriyet hususlarında;
Batı’dan medet ve yardım ummaya hiç lüzum ve gerek yoktu.
Çünkü Kur’an-ı Kerîm, zaten müslümanların bu kavramlarla karşılaşmalarını sağlamak
Ve bunları; onların tatbik edip uygulamaları için,
İlahî bir yol gösterici olarak gönderilmişti.
Nitekim, Osmanlı aydınları Batı taklitçisi değil; iyi niyetli oldukları için,
Meşrutiyet, Hürriyet, Demokrasi ve hattâ Cumhuriyet’i
Osmanlı ülkesinde görmek istiyorlardı.
Çünkü anlamışlardı ki meşveret, şura, seçmek, seçilmek, parlamento / meclis ve seçim
Ve bu gibi kavramlar, içtimaî ve sosyal, siyasî yenilik tarz ve biçimler;
Aslında Kur’an-ı Kerîm’de vardı.
Çünkü meşrutî mânâ, hakikî adâlet ve şûra;
On dört asır evvel, İslâmiyet tarafından ortaya konmuştu.
Zira İslâmiyet; Hürriyetçi siyasî bir düşünceye dayanıyordu. Nitekim:
“Türk milletinin bütün maddî ve manevî varlığını seferber ederek verdiği mücadelenin
Netîcesi olarak 29 Ekim 1923’te
‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’
Kurulmuştur.” (Safâ Mürsel)