Oğuz Çetinoğlu: Günümüzde potansiyel bir güç olarak kendi kabuklarına sinmiş olsalar da ilk fırsatta ortaya çıkıp dinde inkılap… kendi isimlendirmeleriyle ‘devrim’ yapmak sevdasından vazgeçmeyen ilâhiyatçıların varlığı biliniyor. Umûmî bir değerlendirmenizle mülâkatımıza başlayabilir miyiz?
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Nevzuhur bâzı ilâhiyatçılar, Allah’ın kitabı asırların anlayışına göre değiştirilecekse o zaman ilâhî din diye bir şey kalır mı? O dinin sağlam ve sâbit mü’minleri olur mu? Her devirde birilerinin aklına göre uydurma metinler âyetlerin yerine geçecekse, her yeni gelen öncekinin uydurmalarını beğenmeyip, yenilerini ekleyecekse orada mukaddeslik ve ilâhîlik kalır mı?
Böylelikle Kur’ân da modern ve beynelmilel mi olacak?
Oğuz Çetinoğlu: Siz de biliyorsunuzdur. Aklı başında bir ilâhiyatçının bu sorulara müspet cevap vermesi mümkün değil. Bunu onlar da biliyorlar. Ayrıca bilmeleri gerekir ki; dinde, dilde ahlâkta ve mûsikîde devrim olmaz. Buna rağmen târihte benzer düşüncelere rastlanmıyor değil…
Prof. Dr. Bolay: Evet! Max Weber’in ifâdesiyle Rönesansla birlikte eski Yunan’ın putları mezarlarından hortlatıldı. Böylece sahte ilâhlar ortalığı kaplayınca İnsanların Allah ile olan bağları koptu. Sahte tanrılar ortalığı kaplayınca bilhassa gençler neye tapacağını bilemediler. Bu karmaşa Avrupa’da mânevî huzursuzluğu artırdı; toplumlar karıştı. Bu karmaşayı Batılı bir kısım filozofların farklı görüşleri de hızlandırdı. Fakat en büyük etkiyi, Karl Popper’ın tenkidçi tahlilleri dikkate alınacak olursa, Schleirmacher (öl. 1834) ve Hegel (öl.1831) ve onu takip eden idealist (Dilthey ve tâkipçileri) veya materyalist (Feurbach, Karl Marx ve tâkipçileri) filozoflar yanında pozitivist ideolojiye mensup filozof ve sosyal bilimcilerin gerçekleştirdiği söylenebilir.
Çetinoğlu: Tabiatı, Tanrı olarak kabul edenler de var…
Prof. Bolay: Tabiatçı akım, tabiatı tanrı ilân etmişti. Bunun sonucunda Tanrı’nın her şeye kadir olmasının, her şeyi bilip görmesinin ve denetiminde tutmasının yerini, doğanın/tabiatın her şeyi bilmesi ve her şeye gücü yetmesi, fikri ve inancı kaplamıştı.
Bu ve benzer akımlardan ilham alan Hegel, târihsici/târihselci görüşüyle ‘Târihi, Tanrı yerine koydu.’ Bunun neticesi olarak ‘Allah’ın Mahkeme-i Kübrası’ yerine ‘Târihin mahkeme-i kübrası’nı getirdi.
Çetinoğlu: Ne gibi gelişmeler yaşandı?
Prof. Bolay: Karl Popper’ın tespitiyle bu hareket ‘gerçek olguların tanrılaştırılmasına’ yol açtığı gibi, ‘lâikleşmiş millet ve sınıf dinlerini, varoluşçuluğu, pozitivizmi ve davranışçılığı’ da doğurdu. Nasılcı/pozitivist akımın felsefe, eğitim ve din anlayışı Batı’nın müşrik ve münkir aklının şaşı bakışının en canlı temsilcisidir. Çünkü o bakış, olaylara ve varlıklara sâdece duyuların izlenimleriyle bakar. Bu ve diğer akımlar bizde uzun zamandır ağır yaralar açmıştı, açmaya da devam ediyor.
Bizim bâzı nevzuhur ilâhiyatçılarımız, kendileri bunun farkında olmasa da, bunların mahsulüdür. Köklerinde Hegel’in müşrik ve târihsici aklı ile pozitivizmin târihsici münkir aklı yatmaktadır.
Bu nevzuhurların bâzıları menşeli, bâzıları diyar-ı Arâp medreseleri çıkışlıdır.
Çetinoğlu: Ne diyorlar?
Prof. Bolay: Hemen hepsi, Hegel’in târihi putlaştırıp onu Tanrı’nın yerine geçiren târihsici aklının tesiriyle Allah’ın bilgisini, kudretini, irâdesini ve kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i sorgulamaya çalışıyorlar.
Bu ‘Târihsici’ prof’ların bir kısmı Kur’ân âyetlerinin %90’ının çağımızda geçersiz olduğunu, dolayısıyla çıkarılması gerektiğini ileri sürüyor.
Çetinoğlu: Niçin çıkarılmalıymış?
Prof. Bolay: Asrın anlayışına uygun değilmiş.
Bir kısım prof.’umuz, târihî olaylarla ilgisi bakımından bâzı âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarılmasını isterken, çağın anlayışını oluşturan Batılı düşünürler, bilimciler ve siyâsîler, hangi Kur’ân âyetlerini zihinlerine/zihniyetlerine uygun bulmayıp itirazda bulundu?
Diğer taraftan bunlar, diyelim ki Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyeti makbul saydı; bu durumda, âyetleri makbul görmeleri hemen onları Müslüman olmaya mı götürdü? Bulanlar varsa hemen Müslüman mı oldular? Bizim imanımızın, tefekkürümüzün ölçüsünü o müşrik akıl sâhipleri mi belirleyecek, yahut, biz her şeyimizi onların anlayışına ve zihniyetine göre mi düzenleyeceğiz?
Çetinoğlu: Değişiklik taleplerinin gerekçelerini açıklıyorlar mı?
Prof. Bolay: Bunlara göre şimdi Allah’ın kitabı Kur’ân, cihalşümul değilmiş. Niye değilmiş? Çünkü onlara göre Allah’ın bilgisi bu günleri görememiş (hâşâ!..), aklı geleceği idrak edemeyesi imiş. Bunlar kendi akıllarını Allah’ın takdirinden üstün gördükleri için ona yön vermek lüzumunu duyuyorlar.
Bir kısmı bâzı âyetlerin çıkarılmasını istiyor. Bir kısmı Kur’ân’ı ve peygamberlerin mâsumluğunu Tevrat’daki bâzı peygamberlere günah ve zina isnat eden uydurma rivâyetlere dayanarak, Kur’ân’ı, bir Müslümana yakışmayacak şekilde, tartışmalı hâle getirmeyi mârifet zannediyor.
Bir kısmı da Kur’ân’ın evrensel olmadığını ileri sürerek cennetteki evlere, çadırlara kafayı takıyor. Yetmiyor, Kur’ân’daki bir kısım âyetlerin farklı şekillerde tekrarını ‘bıktırıcı’ buluyor.
Diğer bir kısmı da, anlamadığı, irtibat kuramadığı, dolayısıyla mütehayyel bir Hegel’i rehber edinmeye çalışıyor; kendince ‘aforizmalar’ yazıp, bu aforizmaları, çıkarılmasını istedikleri Kur’ân âyetlerinin yerine koymak istiyor. Başka bir kısmı da, hadisleri ve Hz. Peygamber’i (s.a.v.) itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Bir kısım âyetlerin tekrarı hazretleri bıktırıyormuş! Okumayın öyleyse!.. Ben az çok mânâya vakıf olarak 75 senedir Kur’ân okuyorum, hiç de bıkmıyorum… Milyarlarca Müslüman ve âlim de asırlardır onu okumaktan bıkmıyor! Üstelik mânevî haz duyuyor! Ufukları açılıyor… Her okuyuşda yeni mânâlar zuhur ediyor.
Çetinoğlu: İnsanoğlu, iyiden, doğrudan ve güzelden bıkmaz ki…
Prof. Bolay: Meselâ ben, 65 senedir Mehmed Âkif’in, Yahya Kemal’in ve benzerlerinin şiirlerini zevkle okuyorum, beni hiç de bıktırmıyor. Nevzuhurları Kur’ân’daki bâzı tekrarlar bıktırdığına göre, demek ki onların tabiatında(n) ve hayatlarında(n) bir bıkkınlık var.
Çetinoğlu: Muhtemelen anlayamadıkları için sıkılıyorlardır…
Prof. Bolay: Biz, ebeveyn olarak, öğretmen, âmir v.b. olarak evde, okulda, câmide, muhtelif sohbetlerde bir kısım sözlerimizi yer yer tekrarlamak lüzumunu duymuyor muyuz? Duyuyoruz. Neden? Bâzı sözlerimiz, fikirlerimiz dinleyenlerin zihninde yer etsin, diye tekrar ediyoruz. Allah yarattığı kulun anlayış ve öğrenme kabiliyetini bilmez mi; dikkate almaz mı? Elbette alır, almışdır; fakat, idraki noksan üstün akıllar(!) bunları kavrayamıyor.
Kendi akıllarının daha üstün olduğunu sanarak konuştukları halde, bir de kalkıp Allah’a secde ediyorlar! Takıyye mi yapıyorlar? Aklını ve bilgisini noksan görüp onu tashihe ve tamamlamaya (hâşâ) çalışan bu ‘üstün akıllar’ın, yahut ‘akl-ı evvel’lerin beğenmedikleri Tanrı’ya kalkıp da secde etmesi hangi aklın eseridir? Mantıkları mı durmuş?
Çetinoğlu: Başka noksanlıkları da vardır…
Prof. Bolay; Zâten kıyas mantığını bile doğru dürüst kullanabildikleri yok. Tenakuzlar katar katar! Hegelvârî diyalektik mantığına heveslenseler de, asla beceremiyorlar. Diğer taraftan, inandıkları tanrıları kendi akıl ve nefisleridir: Aslında Allah’a değil kendi (nefis)lerinde ihdas ettikleri (heva-heves) putlarına secde ediyorlar. Dolayısıyla bunlar, günümüzün hakikî sahte tanrılarıdır.
Çetinoğlu: ‘Hegelvârî’ dediniz. Hegel ne diyordu?
Prof. Bolay: Hegel, yokluğun kendi zıddından varlığı çıkaracağı kanaatindeydi. Bizimkiler buna uğraşsalar da sonu hüsran. Bu sebeplerle bizimkilere ‘nevzuhur bâzı çı sahte tanrılar’ demek vâcip olmuyor mu?!
Çetinoğlu: ‘Çadır’ kelimesini kullanıyorlar. Nereden çıkıyor bu çadır lâfı?
Prof. Bolay: Efendim Araplar, çölde hep çadırlarda yaşadığı için Arapların Müslüman olmasında kullanmak üzere böyle çadırlardan bahsedilmiş…
Ey gâfiller güruhu! Çadır sâdece çöldeki Araplarda mı kullanılır? Orta Asya’da, Sibirya’da, Güney ve Kuzey Amerika’da, dünyanın her tarafında çadır kullanılmıyor mu? Onlar neden Müslüman olmamış? Sonra çölde kullanılan çadır ile Sultan Süleyman Han’ın Otağ’ı bir mi? Sultanların otağı ile cennetteki ‘Çadır’ denilen eşi menendi görülmemiş barınaklar aynı mı, hatta benzer mi? Dünyâdaki hiçbir şeyin cennettekilere hiç mi hiç benzemediğini bizzat Kur’ân haber vermiyor mu?
Çetinoğlu: Kur’ân-ı Kerîm’i anlayabildiklerinden emin olabilir miyiz?
Prof. Bolay: Bunlardan biraz farklı olarak İslâm’ı anlatan ve öven kitapları okuya okuya dinsiz olduğunu söyleyen felsefe hocaları da zaman zaman gazetelerde boy gösteriyor. Öyleleri de var ki, kendi akıllarının ve herkesin aklının Kur’ân’ı tek başına anlamaya yeteceğini iddia ediyor. Sanki kendi aklı kendisine yetiyormuş da başkalarına akıl dağıtıyorlar. Hasılı neler, neler!.. Ne inciler!..
Çetinoğlu:İlâhiyatçısınız. ‘Bu tür ilâhiyatçılar niçin ilgi alanınızda?’ diye sorsam sakil olur mu?
Prof. Bolay: İlgileniyorum, çünkü bunlar, sayıları fazla olmasa da, gazetelerde, bir kısım TV kanallarında devamlı konuşarak, bâzı gazetelerde yazarak, ‘suret-i hak’dan gözüken basit söylemlerle mâsum Müslümanların kafalarının karışmasına yol açıyorlar. Aynı zamanda o mâsumların kendi eksik akıllarına teslim olmalarını da sağlamayı hedefliyorlar. Dolayısıyla fitne çıkarıp kafaları karıştırıp kalplere şüphe ve inkâr tohumları ekiyorlar. Kur’ân’ı ve Hz. Resul’ü itibarsızlaştırmak istiyorlar. Üstelik bunu da İslâm ve Kur’ân nâmına yaptıklarını iddia ediyorlar.
Allah’ın ‘geleceği bilmediği için yanlış bilgi verdiği’ni söyleyip birçok âyetin günün anlayışına uygun olmadığından çıkarılmasını isteyen bu akl-ı evveller, kendi akıllarının Allah’ın bilgisinden ve irâdesinden üstün olduğunu (hâşâ) ileri sürmüş olmuyor mu? Elbette ki bunu söylemek istiyorlar. Belki de üstün akılları(!) bu kadarına bile ermiyor!
Sonra Kur’ân-ı Kerîm’in ‘evrensel’ olmadığını iddia ederek Allah’ın evrensel ilme/ küllî bilgiye/ sâhip olmadığını (hâşâ) iddia etmek gafletinde bulunanlar da yok değil. Niye değilmiş? Efendim, Kur’ân’ın bir çok hükmü sonraki dönemlerde uygulanmayası imiş!
İnsanların ve pek çok kavmin inandıktan sonra imanlarından döndüklerine dâir pek çok misâli bizzat Kur’ân’ın kendisi veriyor. Dönekler hükmün icâbını yapmayınca hükmün umûmîliği kayboluyor mu? Öyleyse ‘Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannâmesi’ pek çok devlet tarafından 1945’den beri çiğnenip dururken o hakların evrenselliği kalkmış oluyor mu? Zâten bizim ‘evrensel’ dediğimiz şeyler, sâdece ve sâdece üzerinde yaşadığımız küre çapındadır. Asla ve kat’a kâinat çapında değildir.
Ey gâfiller güruhu! Eğer Kur’ân evrensel değilse, böyle bir kitabı ancak evrensel bilgiye sâhip olmayan bir varlık göndermiş olmaz mı? O vakit Allah’ın kâinatın hâkimi olarak her şeyi bildiğine olan inanç yok sayılmaz mı? Sayılır elbette. Kur’ân’ın üç harfli bir âyeti bile onun ne kadar kâinat çapında bir mukaddes kitap olduğunu göstermeye yeter de artar bile! Kıyâmet Suresi (âyet,3): ‘Biz ölenleri parmak uçlarından başlayarak yeni baştan aslı gibi yaratmaya da muktediriz.’ Bütün canlılarda parmak uçlarının nasıl birbirine benzemediği ve bu farklılığın günümüzde kimliklerin ve cinâyetlerin aydınlatılmasında nasıl büyük bir fayda sağladığı, idrak sâhibi herkesin ma’lûmudur.
Onlar bu ve benzer söylemleriyle kendi akıllarının üstün olduğunu sanarak konuştukları için bunlara ‘nevzuhur bâzı çı sahte tanrılar’ demek vâcip olmuyor mu? Bundan dolayı aynı zamanda onların Hegel’in, -tam olarak intisap etmedikleri/edemedikleri için- gayrı meşru ‘mânevî torunları’ olduklarını söylemek de isâbetli bir tespit olur… Bunlar Hegel’in târihsici ‘mahkeme-i kübra’sında değil, Allah’ın ‘Mahkeme-i Kübra’sında hesaba çekilirlerse hiç şaşmamalıyız.
Çetinoğlu: ‘Nevzuhur ilâhiyatçılar’ Descartes’i okumuyorlar mı?
Prof. Bolay: Descartes, mükemmel ve kusursuz olanın aynı zamanda yanılmaz ve yanıltmaz olacağını, Allah’ın insanlara yanlış bilgi vermeyeceğini ve bilgisinin de bildirdiğinin (yâni vahyin) de doğru olduğunu söylüyordu. Burada önemli olan husus, insan bilgisinin doğruluğunu ve kesinliğini Allah’ın doğruluğu ve yanılmazlığı ile temellendirilmesidir. Baksanız’a, Descartes bile ulûhiyet anlayışında bizimkilerden daha mantıklı ve daha insaflı! Bunların, bilerek veya bilmeyerek Batı aklına yamanırken, Descartes’ı doğru bildikleri şüpheli olduğu gibi, Hegel’i de okuyup (doğru) anladıkları şüpheli!
Şimdi (iş bu ahval ve şerâit dâhilinde) ‘Allah’ı tahtından indirdik’ diyen Türk yankafalıların (aydınların) ve Batıcı müşrik ve münkir kafalılar ile bunların kafasının aynı biçimde çalıştığını söylemek doğru olmaz mı?
Ancak şunu unutmamak gerekir: Allah, ‘Onu (Kur’ân’ı) biz indirdik ve yemin olsun ki biz muhafaza edeceğiz’ (Hicr.15/9) buyuruyor. Şimdiye kadar da kimse onun bir harfini bile değiştiremedi. Çünkü sâhibi ve koruyucusu Allah’dır, O, va’dinden asla dönmez ve her şeye muktedirdir, mutlak kudret sâhibidir.
Söyleyen ne güzel söylemiş:
Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede Nerde kaldı gayriye himmet ede!
Merhûm İzzet Molla da ne güzel söylemiş:
Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâb, Eyler ânı (onu) müdahâne-i âlimân harâb!..
(Cihânı âlimlerin şuna buna yamanmaları ve yağ yakmaları harap eder.)
Rahmetli hocam Kemal Edîb Kürkçüoğlu bunlar gibi âlimler topluluğuna ‘ulemâ’ demezdi, ‘ulama’ derdi. Bunlar hakîkaten ‘ulama’dır…
Prof. Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY
1937 yılında, o dönemde Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da, üniversiteyi Ankara’da okudu.
Türkiye’de felsefe ilminin gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısından bakmıştır. Başta İslâm Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular üzerinde önemli eserler yazdı.
1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de doçent unvanlarını aldı. Sorbon Üniversitesi’nde araştırma yaptı.
1982 yılında Selçuk Üniversitesi İlâhiyet Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Târihi profesörlüğünü getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yaptı.
Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyâsında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı.