Sırat-ı Müstakîm / Doğru Yol, iman ve inancın yoludur. Delil ve rehberi Kur’an’dır.
Ezel Sultanı Allah bildi. Rahmetiyle istedi. Kudretiyle, insanı yarattı. Meşiet / İlahî Murad kanununa bindirdi. Tavırdan tavıra geçirdikten sonra, vücut hil’atine / kaftanına bürümüş olarak, emanetini uhdesine verdi. İnancı ve imanı, onun göstergesi yaptı. “Namazı kıl.” emriyle, emanete İlâhî bir nişan taktı. Allah’ı bilme, O’nu sevme, O’nun istediği gibi olması gerektiğini de ilham edip fehm ettirdi. Böylece her insanın yeryüzünde yapması gereken ömür seyahatini başlattı.
İnsan, yaratanları bir olmasından ötürü, herşeyi Yaratan’dan bildi. Her şey ve her hususta O’na odaklandı. Yaratılmışı hoş gördü, Yaratan’dan ötürü. Yaratılanlar da, arzda insanla şereflendikleri için, İlâhî buyrukla insana yönelik, onun emrine âmâde bir tavır takındılar.
Bu bakış, bu anlayışla; insan güzel gördü. Güzel düşündü. Ve hayattan güzel tad aldı.
İnsanla tabiat / canlı cansız yaratılanlar arasında, ömür boyu sürecek olan bir tanışma, bilişme, sevişme ve iki tarafça güzel, iyi ve doğru bir oluşma kendini gösterdi.
Ruhun ziyası, hayatın nuru, bir de ruhumuzun ruhu olan iman / inanç ışığı ile bakınca insan; herşeyin ışıl ışıl olduğunu, meçhul bir şeyin kalmadığını, niçinlerin birer birer aralandığını; fezanın dünya gemisiyle çok zevkli bir ömür seyahatine çıkarıldığını anladı.
Hikmet gözüyle, yani işin arkasını, iç yüzünü, maksat ve gayesini görmek arzusuyla baktığı, zahir ve görünüşteki hoşnutsuzlukların arkasında ve sonrasında doğacak güzellikleri, basîretle gördüğü, elinden geleni yaptığı için, müsbet-menfî netîceyi hoş ve yerinde karşılayarak; ömür yoluna devam etmesi gerektiğini anladı. Çünkü dünya imtihanı, dünya sınavındaydı. Sınavda ise, soruya itiraz olmaz. Sadece cevap vermeye gayret edilirdi.
Fakat emel, arzu, istidat ve hislerimiz ise; daima ebedî / devamlı kalışı istemekte.
Gözümüz arı ve kuş misali, her tarafa doğru uçuyor. Kâinat / evren bahçesinde küçük büyük varlık çiçeklerine konuyor. Her çiçekten ayrı bir haz alıyor.
Başını göğe kaldıran insan, semadaki yıldızlara, güneşlere kondukça nazarı, Hâlık / Yaratan’ın hikmetini, insanın alması gereken ibreti ve tabii ki, İlâhî Rahmeti görüyor. Sanki güneşle sohbet ediyor. Güneşin insan için itaatkâr bir görevli olduğunu anlıyor.
Güneş diyor hâl diliyle insana, kulak ver biraz; benden hararet, ziya; sizden namaz ile niyaz.
Ay, şahit olarak bu konuşmaya; hiç geri kalır mı güneşten, içini açmaya.
Böylece söyleşir arz ve sema, insanın endişelerini gidermek için güya.
Derler hâl diliyle insana, “Sakın korkma!” Hepimiz âmâdeyiz emrine, söz verdik Yaratan’a.
Dinle ey insan! Yer ve gökdekilerin seslerini:
Havadaki demdeme, Kuşlardaki civcive, Yağmurdaki zemzeme, Denizdeki gamgama, Şimşekdeki rakraka, Taşlardaki tıktıka; mânâlı bir çeşit mesajlar! Havanın terennümleri, Şimşeğin naraları, Dalgaların nağmeleri; birer azametli zikir. Yağmurun hezecatı, Kuşların seceatı / ötüşleri; birer rahmeti anış tezahürü / görüntüsü. Hakikat ve gerçeği nazara veriş tablosu.
İşittiğin sesler ey insan, değil sahipsiz. Her biri, her varlığın varlık sesi. ‘Bizleri câmid / cansız sanma!’ deyişlerinin haykırışları. Her biri kendilerinde tecellî eden İlâhî rahmetin alkışçısı. Kâinatta var olan kardeşliği ediyorlar ilân birbirlerine. Kâinattan göğe yükselen binbir sesler, ulvî / yüksek bir musikîdir; sakın sanma ki, anlamsız.
İşte Sırat-ı Müstakîm gösterir insana;
Ne kâinat başıboş sahipsiz bir âlem
Ne de insan sebepsiz yere yaratılmış bir Âdem.
Hikmetle baktırır insana Sırat-ı Müstakîm;
Der insana kalmasın ömrün netîcesiz ve akîm.
Cesedin ruhunla alır lezzet.
Ruh vicdanla bulur izzet.
Vicdanda var olan mevcut saadeti bul
Mânevî firdevs cennetiyle ol mesut bir kul.