Gazeteci, radyo ve televizyon programcısı, yazar
MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ
Türkiye’yi mercek altına aldı.
Oğuz Çetinoğlu: Türkiye, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile insan kaynakları göz önünde
bulundurulursa, iktisadî ve sosyal açıdan insanca yaşama ve adil yönetim ile milletlerarası
ilişkileri itibariyle gereken seviyede mi? ‘Değil’ diyorsanız sebeplerini kısaca özetler misiniz?
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli: Elbetteki değil. Bu soruların cevabını bir maden ve petrol uzmanı
yahut ekonomist ya da turizmci olarak değil de bir iletişimci ve gözlemci olarak ancak şöyle
cevaplayabilirim. Ülkemizde tek eksik olan husus insana yatırım yapmamak. Cumhuriyetin ilk
yıllarında hatırlarsanız her sektörde istikbal vadeden, ufku açık, mesleğini seven, iddialı onca insan
yurtdışı eğitimi için Avrupa’ya gönderildi. Bu insanlarımıza yarınımız için özel bütçe ayrıldı.
Bunların içinde edipler, sanatçılar, ressamlar, müzisyenler de vardı. Türkiye’ye döndüklerinde her
biri, bir marka gibi sahasında hizmet verdiler. Yurt içinde ise bazen ideolojik çalkantılara sebep
olsalar da Köy Enstitüleri bunun için kuruldu. Köylü çocukları meslek sâhibi yapıldı. Az sayıdaki
üniversitelerimiz kabiliyetli öğrencilere sâhip çıktı. Çocukken sigara kağıdı satarak ailesinin
geçimine katkıda bulunan, 16 yaşında çalışkanlığı ile İTÜ’den mezun olup mühendislik diploması
alan, 10 yıl kadar ülkemizin yönetiminde bakan olarak sorumluluk alabilen bir Ahmet Tevfik
İleri’yi buna misal olarak verebilirim. A. Tevfik İleri sıkıntılı çocukluk ve talebelik hayatını
yaşadığından bütün ömrünü eğitime adayarak yeni okulların ve akademilerin açılmasına vesile oldu.
Bu nesil aynı zamanda sorgulamayı ve teşkilatlanmayı da biliyordu. Millî Türk Talebe Birliği ve
Türk Ocakları buna en şık örnek. Uçak ve silah fabrikalarımız bu dönemde kuruldu.
Öte yandan Ankara’da yönetim; yurtdışında gerek Avrupa’da ve gerekse Sovyetler Birliği’nde
ülkesini ideolojik ve siyasî sebeplerle terk etmek durumunda kalan bütün akademisyenlere sâhip
çıktı. Birkaç misal vermek gerekirse ünlü akademisyenler Tıp’ta Fricdrich Dessaver, Erich Frank,
Philipp Schwartz, matematikte Fritz Arndt, Hukukta; Josef Doretsberger, Ernest Hirsch, Mimaride
Srumo Taut. SSCB’den de Prof. Dr. Zeki Velidi Toğan, bir dönem Tataristan Cumhurbaşkanlığı da
yapan Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Ayaz İshaki, Abdullah Battal Taymaz başta olmak üzere bazı
akademisyenler Türkiye’ye gelerek hizmet verdi. Üniversitelerimizin kurulmasına, sayısının
artmasına ve eğitimin kalitesinin yükselmesine hizmet ettiler. İnsana yatırım böyle bir şey. Yatırım
yapılan insanların rengi, görüşü, inancı, doğduğu mekân konu edilmedi. Ayrıca bu insanlar tek bir
sektörden değil, günün revaçta olan gerekli bütün sektörlerini kapsıyordu. Manevî açıdan da
Türkiye Diyanet Teşkilatı kuruldu, İstiklal Marşı Şairi Mehmet Âkif Ersoy Kur’ân tercümesi, büyük
âlim Elmalı lıHamdi Yazır da Kur’ân-ı Kerim Meali yapmakla görevlendirildi. Ahmet Hamdi
Akseki Askere Din Kitabı’nı yazdı, devlet yayınladı. Bunları tamamı insana yatırımın en güzel
örnekleridir. Bir müddet sonra sorgulama ve medenî tartışma unutuldu. Kuvveti elinde
bulunduranlar bunu hiç kimseyle paylaşmak istemedi. Öte yandan da Almanya’da Nazizm,
Rusya’da Komünizm, İtalya ve İspanya’da faşizm, iç savaşlar, işgaller, emperyalizm coşkusu bütün
dünyayı bir duraklama ve muhasebe dönemine soktu. Tedbirini alanlar, gerekeni yapanlar
çağdaşlığı yakaladı, tembel ülkeler mevcudu korumaya çalıştı. Bittabi bütün bunlar ekonomiyi ve
insan hayatını etkiledi. Biz fazla yara almadan çıktık. Ama kolaycılık da yakamızı bırakmadı. Âdil
yönetim dünya şartları dolayısıyla adalete hakim olamadı. Dünyevilik de bundan etkilendi. Öne
geçti. Herkese göre bir adalet algısı gelişti. Sonunda biz mazideki adalet örnekleriyle yetinmek
zorunda kaldık. Fatih Sultan Mehmet’in kolunun kesilmesi kararı, kadı’nın ve şikayetçi gayri müslim mağdur mimarın mahkemedeki tavrı hâlâ hatırlatılır, örnek verilir. Ama hayat o kadarla bitmiyor. Boraltan Köprüsü Olayı’nda Türkiye’ye sığınan 195 Azerbaycan Türkünün SSCB
Yönetimine teslim edilerek kurşuna dizilmesi, 27 Mayıs Darbesinde Demokrat Parti’nin haksız
biçimde karikatür gibi mahkemelerde yargılanması, bir başbakan, iki bakanın idam edilmesi, sonra
bir dönem inananlara ve aydınlara TCK 163., 6187, 141 ve 142. Maddelerin acımasızca
uygulanması, yeniden askerî müdahaleler ve vesayetçilik anlayışı Türkiye’nin Yükselen Yıllarını
etkiledi. Kıbrıs Barış Harekâtı biraz nefes aldırdı, ama adadaki problem hep Demoklesin Kılıcı gibi
başımızda asılı durdu, çözümsüz kaldı. Bundan sonrası ‘at binenin kılıç kuşananın’ kelamı kibarını
hatırlattı. Güçlü olan sandıkla geldiği için kuvvetini hep korumak için kanunlarla yönetimini bir
çerçeveye oturttu. Bir kesim mutlu oldu, diğerleri ise huzursuz. Bu da ister istemez milletlerarası
arenada bizi yalnız bıraktı. Öyle pek dostumuz bir ülke yok gibi. Türk Cumhuriyetleriyle kurulan
köprü bütün umudumuz. Biraz da hukuk devleti olma ihtiyacı, insanca yaşama arzusu, iş ve aş
arayışı bizi diri tutacak, yönetimi tedbir almaya yöneltecek gibi görünüyor. Bunların hepsinin
temelinde insana yatırım olmaması, siyasetin bir din gibi, bir futbol kulübü gibi önde tutulması
etkili oluyor. İnsana yatırım, eğitimle örtüştüğü, sivil toplumun öne çıktığı ve güçlendiği,
aydınlarımızın sorumluluktan kaçmadığı zaman diliminde biraz rahatlayacağız galiba. Öncelik
insana yatırım. Gerisi teferruat.
Çetinoğlu: Siz nasıl bir Türkiye’de yaşamak isterdiniz?
Çiftçigüzeli: Âdil, sivil toplumun önde, herkesin ve her kesimin denetimlerinin gerektiği gibi
yapıldığı, toplumun merde bile muhtaç olmadığı, normal bir gelir girdisinin olduğu, eğitimli ve
kalkınmış bir Türkiye rüyası görüyorum hep. İnsanları politik görüşlerinden dolayı değil,
uzmanlıklarındaki ehliyet ve iddialarından ötürü değerlendirildiği, paylaşmasını ve üretmesini bilen,
inançlarını istediği gibi yaşayan, şiddete karşı olan, içte ve dışta dayanışması ve birlikteliği güçlü
bir Türkiye özlemi içindeyim. Üstelik hep de ümit varım.
Çetinoğlu: Biraz daha açar mısınız bunu?
Çiftçigüzeli: Tabii ki.. ben ilk oyumu 1965 seçimlerinde kullandım. Vesayet ve darbe rejimi gitti,
ama etkisi de bir müddet daha sürdü. O günden bugüne hep anayasa tartışmaları yapılır, yapılıyor
ve bu gidişle tartışmalar artarak hep devam edecek. Beceriksiz yönetimler anayasayı bahane
edecekler. Oysa ellerinde değişim gibi bir fırsat var ama, fazla sorumluluk da almak işlerine
gelmiyor. 1999 yılında Fazilet Partisi anayasa değişikliğine dair bir uzlaşma metni hazırladı.
Küreselleşen dünyada milletlerin kendi başlarına olmadıkları, diğer uluslarla kendi yararları
çerçevesinde içli-dişli oldukları hatırlatılarak Türkiye’de temel hak ve hürriyetlerin, demokratik
siyasî hayatın vazgeçilemez unsuru olan siyasî parti faaliyetlerinin özüne dokunmamak şartıyla 126
sahifelik uzlaşma taslağı görücüye çıktı, ancak kabul görmedi.
Aynı siyasî çizginin daha sonra devamı olan Adalet ve Kalkınma Partisi de 1980 darbe yönetiminin
hayata geçirdiği 1982 Anayasasından, sivil bir Anayasa değişikliğine gitmek istedi. TBMM Başkanı
Cemil Çiçek bunun için herkese ve her oluşuma çağrıda bulundu. Hükümet Prof. Dr. Ergun
Özbudun başkanlığında da sivil görüşlere kapı araladı. Ankara’da ilmî toplantılar yapıldı. Hepsine
de ben katıldım diyebilirim. Anayasa Komisyonu eski üyelerinden, İstanbul Milletvekili Prof. Dr.
Nevzat Yalçıntaş ‘Gelişen Türkiye ve Yeni Anayasa’ konusunda 104 sahifelik bir kitap yazdı (21.
Asır Yayınevi-2011/İstanbul) ve alakalı yerlere gönderdi. Bu çalışma çağdaş, insana ve ülkeye
yatırımı kapsayan ve ufku olan araştırmaydı. Vurgular da, ihtiyaç da öyleydi. Birkaç örnek vermek
isterim; Milletin bütünlüğünün tam ve devamlı sağlanamaması, Anaya düzeninin millî iradeye
dayalı ve istikrarlı olarak gerçekleştirilememesi en önemli mesele idi. Esaslarda ise Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin istiklal, vatan toprakları ve milletin bölünmezliği, demokrasi ve insan
haklarına dayalı cumhuriyet, ortak millî ve manevî değerlerimiz olarak beş esas (istiklal, bütünlük,
cumhuriyet, kimlik, gelişmiş Türkiye ve güçlü ordu) temelde yeni anayasanın iskeleti olacaktı. Bu
maddelerin özü ise Türkiye’nin ve bölgenin yarını için insana yatırımdı. Maalesef yeni ve sivil
anayasa girişimi öylece kaldı. Bugüne kadar da 21 kez değişikliğe uğradı. İnsana yatırım değil, dağa
taşa yatırım oldu.
Çetinoğlu: ‘Mahşerin Üç Atlısı‘ tâbiri ile bir milletin yaşamak mecburiyetinde kaldığı en kötü
şartlar kast ediliyor. Türk Milleti söz konusu olduğunda mahşerin üç atlısı neler olabilir?
Çiftçigüzeli: Benim yetkim olsa İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Safahat adlı kitabını
mekteplerimizde ders veya yardım ders kitabı olarak okuturum. Bu sorunun cevabını Akif veriyor.
Diyor ki nokta, virgül vereyim Safahat’tan;
*Ben bu müstakbele mâzimi feda etmezdim.
*Kimden kime feryat edelim söyle İlahi!
*İmandır o cevher ki İlahî ne büyüktür.
*Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrarına.
*Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!
*Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası/Dostunun yüz karası; düşmanın maskarası!
*Ya hamiyetsiz olsaydım, ya param olsa idi!
*Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/ Gelir de Adl-i İlahi sorar Ömer’den O’nu!
*Dirvas, Halife Hişam’a oturduğu sarayı soruyor “Halkın mı, senin mi, Halık’ın mı?”
*Dövüyorsun, boşuyorsun elin öksüz kızını!
*Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum!
*Kendi feryadımdır, ancak ses veren feryadıma!
*Çalışsın, durmasın her kim ki da’vasında insandır!
*Meğer hukuk da bilirmiş bakın şu saygısıza!
*Saltanat namına, din namına bin maskaralık!
*Ya ta’assupları? Hiç sorma nasıl maskaraca?
- Ve Kur’ân ‘Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için’
*Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
*Hem vatan gitti mi, yoktur size başka vatan!
*Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün?
*Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını;
*Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.
*Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek.
Mahşerin üç atlısı belki de bugün 13 atlı oldu, ya da 23, yahut hepsi kayboldu atlıların, yapay zekâ
çıktı ortalığa. Bununla yaşamağa mecburuz eğer taassubun, geri kalmışlığın, kolaycılığın,
üretimsizliğin, paylaşamamanın, ümitsizliğin, okumamanın yahut okuyamamanın üstesinden
gelebilirsek.
Çetinoğlu: Türkiye’de vazifelerini en mükemmel şekilde yaptığı için milletine güven veren üç
idarî yapı hangileridir?
Çiftçigüzeli: Devletin devamlılığını sağlayan yargı, yürütme ve yasama organlarıdır. İdarî, askerî
ve akademik yapılar olmazsa olmaz sayılır bir devlet hayatında. Bir fabrikadaki çarkın dişlilerini
gibidir hepsi de. Biri aksasa hepsini etkiler. Çekip atamazsınız hayattan. Ancak gücü, yansıması ve
faydası tartışılır. Söz konusu idarî yapının biri ne ise diğeri de odur. Aynı ‘söyle arkadaşını,
söyleyeyim kendini’ kelam-ı kibar gibi bir şey. Eğer insanlar ve özellikle toplum mutluysa bu idarî
yapı görevini yapıyor demektir. Değilse tam tersi yaşanır. Bunu somutlaştırmak biraz zor
ülkemizde. Çünkü toplum homojen değildir. Bölgelerimizin imkân ve kaynağı aynı ölçüde ve
verimde olmadığı gibi. Elimizde somut veriler yok çünkü. Dolayısıyla yorumlayamayız.
Tartışabiliriz, ama bir sonuç almak zor görünüyor. Bunu en iyi değerlendirecek olanlar, ülkemizin
de âcil ihtiyacı olan sosyologlar, psikologlar ve tarihçilerdir. Bunların ilmî çalışmaları ufuk açıcıdır.
Yeni nesle kalıcı şeyler bırakabilir.
Çetinoğlu: Vazifesini yapmayanlar var mı? Hangileri?
Çiftçigüzeli: Elimizdeki iki elin beş parmaklarından biri vazifesini yapmazsa bütün vücut etkilenir.
İdarî yapılardaki sorumluluk da öyledir. Üniversiteler dünyanın nasıl döndüğünün farkında olarak
ilim üretecek. Mektepler öğretimiyle talebeleri eğitecek. Genel Kurmay savaşta ve barışta
sorumluluk alabilecek askerler yetiştirecek. Yargı âdil olacak. Yasama organı gerekli çağdaş
yasaların çıkmasına, devlet adamlarının yetişmesine ve temsil etmesine imkân ve kaynak aktaracak,
yürütme de uygulayacak. Bunun için de yine insana yatırım yapılması gerekiyor. Uzmanlığın ve
liyakatin öne çıkması icap ediyor. Biri çalışmazsa diğerleri de çalışamıyor. Hepsi verimli olursa
tümü de geçer not alacak. Atın önüne et, itin önüne ot atılmayacak. Herkes görevini bilecek ve
başarıya odaklanarak yapacak.
Çetinoğlu: Türkiye’mizi dört taraftan kuşatan ülkelerin; Rusya’nın, Ermenistan’ın, İran’ın,
Suriye’nin ve Yunanistan’ın Türkiye hakkındaki düşüncelerinin lehimize-iyiliğimize yönelik
olmadığı biliniyor! Neden?
Çiftçigüzeli: Nereden bakarsanız bakınız Dünya kötü yönetiliyor. Öyle ki dünya kamuoyuna
zenginlikleri, sorumluluğu nispetinde paylaştırmak için çalışan, uğraşan bir dünya lideri yok. ‘Hep
bana, hep bana’ diyorlar. Emperyalist duygularını artırarak yönetimlerini pekiştiriyorlar. Bize
parası ödenmiş savaş uçaklarımızı vermeyen ABD de öyle, Suriye’de ve Ukrayna’da sivillere
bomba yağdıran Rusya da öyle. Batı da öyledir, doğu da öyledir. Mesela NATO’da Türkiye diğer
ülkeler gibi eşit statüdedir ama, çok husus Ankara’ya bilgi verilmeden yapılır. İhtiyaç
duyulduğunda bilgilendirilir. Mesela Sovyetler Birliği parçalanırken de Rahmetli Hasan Kundakçı
Paşa’nın anlattığına göre Türkiye, NATO tarafından önemli dosyalara tesadüfen sâhip oldu. Çin
dünyanın dört bir yanında teşkilatlanıyor. Güney Afrika’dan Finlandiya’ya kadar öyle.
Cezaevlerindeki mahpusları bile serbest bıraktılar, kaynak aktararak değişik ülkelerde iş kurmaları
ve yerleşik düzene geçmeleri sağlanıyor. Dolayısıyla nüfusu artmıyor, Hindistan birinciliği ele
geçirdi. Örtülü bir savaş var. Bunu Rusya-Ukrayna savaşı fark ettirdi. Moskova, neden Ukrayna’yı
işgal etmeye çalışıyor ki? Terörist PKK’ya Moskova’da temsilcilik açtıran Rusya da yapayalnız
kaldı artık. Tek dostu Ankara. Müttefiki ise Belarus. Bu mecburiyetten tarım ürünlerimize olan
kotasını değiştirmiyor, sadece halkını turist olarak Türkiye’ye gönderiyor. İran ile mezhep
farklılığımız var, bir de coğrafyada liderlik savaşı devam ediyor. Amerika’da keyifleri ve
zenginlikleri yerindeki Ermeni lobisinin etkisiyle, fukara Ermenistan ile aramız iyi değil. Üstelik
bize mecburlar. Tek başına düşünseler bunu fark edecekler. Galiba Karabağ savaşından sonra daha
müstakil bir politika izlemeye başladılar. Yeni bir mağlubiyeti göze almıyorlar. Yunanistan halkı
Türkiye’ye dost. Ancak siyasi temsilciler Türk düşmanlığı damarından beslendiği için öyle
görünüyorlar. Suriye konusunda eksikliklerimiz oldu. Bu noktaya gelinmeye bilinirdi. Körfez
ülkeleriyle de öyle. Sanırım artık Türkiye yalnızlığının farkında, kılı kırk yararak hesap yapıyor.
Bütün bunların hepsi düzelebilir. Bütün dünyada olduğu gibi önemli devlet adamı eksikliğimiz
burada da ortaya çıktı.
Çetinoğlu: Bu olumsuz düşünceler nasıl bertaraf edilir?
Çiftçigüzeli: Sivil oluşumların, ekollerin sayısı artmalı, cemaat ve tarikatlara Osmanlıdaki olduğu
gibi siyaset ve ticaret yasağı getirilmelidir. Türkiye’de onlarca ve özellikle İstanbul’da Yunan Halk
Dansları okulu var. Yunanistan’da Türk Halk Dansları okulu yok. Diğer ülkelerde TİKA ve Yunus
Emre Vakfımız daha fazla etkin olmalı. Mesela iki ülke mill şairlerini anma programları
düzenlenebilir, Türkoloji bölümleriyle, Türk işadamlarının temasları artıra bilinir.
Çetinoğlu: Türkiye’mizin karşı karşıya bulunduğu olumsuzlukları yalnızca dış güçler mi
oluşturuyor. İç güçlerin dahli yok mu? İç güçlerden hangileri?
Çiftçigüzeli: Gelişmelere iç ve dış güçler olarak yaklaşmak kolaycılık olur. Bu konuda istihbarat
teşkilatlarımız ve her ülkede temsilciliklerimiz mevcut. Hükümetlerin yenilenmesiyle ülkeler
arasındaki temaslar değişebilir ama; kültür, sanat ve medeniyet hareketi devam ediyor. Böyle sivil
ekolleri desteklemek ve kaynak aktarmak gerekiyor. İç ve dış güçler olabilir ama, daha ziyade
bizim kolaycılığımıza kaçmak çok fazla işimize geliyor. Dünyadaki bütün Türkoloji bölümleriyle
bire bir temasa geçmek, mezunlarına iş bulmak, TOBB, İTO, İSO gibi kuruluşlarla işbirliği
yaptırmak görevleri olmalı dış temsilciliklerimizdeki yetkililerin.
Çetinoğlu: Tek başınıza Türkiye’yi yöneten kişi olsanız, ülkenin karşı karşıya bulunduğu
olumsuzlukları gidermek için nereden başlar ve sırasıyla neler yapardınız?
Çiftçigüzeli: Öğretim ve eğitimden başlardım. Bir daha hiç güç ve kudret sâhibi olmayacakmışım
gibi bana verilen süre içinde bunu çözmeye çalışırdım. Safahat okumayı herkese ve her kurumu
mecbur bırakırdım. Yöneticileri, emekçilerin veya talebelerin seçmesini isterdim. Sorgulamayı öne
çıkarırdım. Ürün vermeyi teşvik eder, kaynak bulmayı ortaklaşa çözerdim.
Çetinoğlu: Nur talebesi olduğunuz biliniyor. Said-i Nursi Hazretleri’nin ‘müspet milliyetçilik’
olarak tavsif ettiği anlayışı açıklar mısınız? Ülkemizde uygulanıyor mu? Uygulanmıyorsa niçin?
Çiftçigüzeli: Bediüzzaman’ın müspet milliyetçilik anlayışı gerçek dindarlıkla yani İslam algısı ve
anlayışıyla örtüşür. Esas olan milletin kendisidir. Burada adalet, şefkat, şevk ve heyecan ile
hamiyet öndedir. Sömürü, zulüm ve asimilasyon yoktur. En büyük düşman cehalet, zaruret ve
ihtilaftır. Bunun mücadelesi de sanat, marifet ve ittifak ile olur. Ben demiyorum, Risale-i Nurlarda
böyle yazıyor.
Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için veremediğiniz mesaj varsa, söz sizin; buyurunuz!
Çiftçigüzeli: En önemli mesele insana yatırım yapılmamasıdır. Eğitimin tek düze ve hatta
diplomaya dayalı bilgisizlik uygulamasından vaz geçilmelidir. Siyaset; bilimin ve insanın önüne
geçti. Gücü ele geçirmek için her şey deneniyor ve mübah olduğu kanaati uyandırılıyor.
Sivilleşmeyi, sorgulamayı, üretmeyi, paylaşmayı insan ve toplum için hayata geçirmeliyiz. Sanat,
eğitim, kültür ve medeniyet hareketi önde ve öncü olmalıdır.
MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ
1945 yılında Kilis’te dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Kilis’te okudu. İstanbul Vefa Lisesi’ni bitirdi.
İstanbul İktisâdi ve Ticârî İlimler Akademisi Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Radyo-Televizyonculuk
bölümünden mezun oldu. TC Devlet Lisan Okulu ve Tunus Habip Burgiba Yabancı Diller Enstitüsünden
sertifika aldı.
Yazarlığa ortaokul talebesi iken Kilis Huduteli Gazetesi’nde başladı, Pırıltı sâhifesini yönetti. İstanbul
Babıali’de Sabah’ta profesyonel gazeteci olarak Cağaloğlu’na adım attı. Tercüman, Türkiye, Millî Gazete,
Bugün, Özgür, Sebil, Millî Gençlik ve İttihad gazete ve dergilerinde çalıştı; muhabir, musahhih, sâhife
sekreteri, yazı işleri müdürü, köşe ve röportaj yazarı olarak görev yaptı. 32 yıl TRT Ankara Haber
Merkezinin değişik birimlerinde ve Kahire temsilciliğinde hizmet verdi. TRT Türkiye’nin Sesi Radyosunda
haber müdürü oldu, ülkemizde ilk defa TRT Telegün Teleteks haberciliğini başlattı.
Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliğini 14 arkadaşı ile birlikte kurdu, yıllarca yönetiminde görev aldı. Türkiye
Kültür ve Sanat Yıllığı yayın heyetinde bulundu. Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı kurucusu ve
mütevelli heyeti başkanı oldu. Yurt içinde ve dışında çok sayıda millî ve milletlerarası program
gerçekleştirdi. Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki altmışı aşkın ülkede konferanslar verdi,
milletlerarası kongrelerde Türkiye’yi temsil etti, sempozyumlara katılarak tebliğler sundu. İstanbul Ticaret
Üniversitesi İletişim Fakültesinde ‘metin çözümlemeleri’ dersi verdi. Yazıları İngilizce, Rusça, Arapça,
Urduca ile Kırım, Kazan, Kazak, Özbek ve Kırgız Türkçelerine tercüme edildi. Yayınlanmış 23 eseri
bulunuyor.
MTTB Târihi ile TBMM’nde Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı adlı çalışmaları yayınlanıyor.
İstanbul Şerifali’de oturan Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Süleyman Demirel Üniversitesi Türk Süsleme
Sanatları hocası ressam, minyatür ustası müzehhibe Serhan Çiftçigüzeli ile evli, Furkan ve Burkan’ın
babası, Can ve Nil’in de dedesidir.
0=0=0=0=0=0
*Fâtih Sultan Mehmed Han’ın kolunun kesilmesi kararı: Olaya göre Fâtih, iki mermer sütunu üçer arşın kesip
kısaltan mimarbaşının ellerini kestirmiş ve bunun üzerine mimarbaşı Sultan’dan dâvâcı olmuştur. Fâtih Sultan
Mehmed dâvâcı ile birlikte İstanbul kadısı huzurunda muhâkeme olmuştur. Kadı, mahkemede Sultan Fâtih’in de
ellerinin kesilmesi gerektiği hükmüne varmıştır.
Fakat mimarbaşı kısas istememiş, Fâtih’in her gün kendisine on akçe ödemesi talebinde bulunmuştur. Fâtih Sultan
Mehmed ise bunu kendi isteğiyle günlük yirmi akçeye çıkarmıştır.
Kaynak: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Koleksiyonu, I/36; Abdurrahman Âdil, Hâdisat-
ı Hukukîyye, İstanbul, 1932, s. 185-186; İsmail Hâmi Danişmend, Fetih ve Fâtih, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s.
116- 117.
*Boraltan Köprüsü Olayı: Rusya İkinci Dünya Savaşı’nda galip gelince, 17 Temmuz 1945 târihinde akdedilen
Postdam Konferansı’nda Stalin, ülkesine karşı savaşan askerlerin savaş suçlusu olarak Rusya’ya teslim edilmesi
kararını aldırdı. Türkiye, Yozgat Kampı’nda bulunan Azerbaycan Türklerinden 195 kişiyi Iğdır ilimizin yakınlarındaki
Boraltan Köprüsü’nde Rus askerlerine teslim etti. Askerler, teslim edilen Türkleri kurşuna dizerek katlettiler. (Bâzı
kaynaklarda teslim edilenler 145 ve 417 olarak belirtilmektedir.)