“Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.”
x
Ümitli olmak lâzım. Çünkü, istikbal / gelecekteki inkılâp / devrim ve değişim içinde, en yüksek gür ses İslâmın sesi olacaktır!
x
Maalesef, biz kendi başına hareket eden bir ülke değiliz! Başkasının isteğine göre hareket ediyoruz! Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz! O uyutarak fikir aşılayıp, öğüt veriyor! Yazık! Yazıklar olsun ki, bizler; başkaları tarafından aşılanan fikirleri yerine getiriyoruz!
x
“Din adına meydana çıkmak lâzım!” diyenler var. Böylelerini, ancak İslâmiyet aşkı harekete geçirmeli. O kişi, dinden gelen yüce duygularla coşup taşmalı. Din uğruna fedakârlıkta bulunma isteği, onda ağır basmalı. Dini korumak ve yüceltmek maksadıyla çalışmak arzusu her şeyin üstünde olmalı. Eğer harekete geçiren ve tercih ettiren siyasetçilik veya taraf tutuculuk ise, bu adımı atmak tehlikelidir. Birinci anlayışta olan hata da etse, belki affedilip bağışlanabilir. İkincisi isabet de etse, mes’ûl ve sorumludur. Nitekim, kim fasık / günahkâr ve kendisiyle aynı siyaseti güden birini; dindar muhalifine tercih etse; onu bu görüşe iten husus siyasetçiliktir. Kim de, herkesin kutsal değeri olan dini; kendi yolunda gidenlere daha has ve lâyık gösterirse; büyük bir çoğunlukta, dine aleyhtarlık meyli uyandıracağından; bu yaptığı tarafdarlık ve taraf tutmaktır.
x
“Güneş ışık ve ısısını eşit şekilde verir. Ancak insanlar, kuşlar, çiçekler, denizler, yıldızlar kendi kabiliyetleri oranında ihtiyaçları kadarını alırlar. Bütün kitapların anası olan bu Kur’anı yüz insan okusa, yüzü de ayrı şeyler hissederler. Yüz ayrı çiçeğin Güneş’ten ayrı ayrı renk aldığı gibi…Güneş’in ziyası birdir. Fakat evlerin içine vurduğu zaman yüz şekil alır. Ortadan duvarları kaldırınız, nur bir olur.” (Celaleddin-i Rumî)
x
“Dünya altın peşinde koşuyor. Sen kendin altın madenisin ama kendinden haberin yok!..
Mekke’deki Kâbe, Azer oğlu Halil’in yaptığı bir binadır. Gerçek Kâbe olan insan kalbi ise, Allah’ın binası ve nazargâhıdır.” (Celaleddin-i Rumi)
x
Muhabbet, kâinatın yaratılmasının bir sebebidir. Kâinatın / evrenin içindekilerini birbirine bağlar. Kâinatın nuru ve hayatıdır. İnsan, kâinatın en kapsamlı bir meyvesidir. Bunun içindir ki, kâinatı kaplayacak bir muhabbet / sevgi; o meyvenin çekirdeği olan kalbine konmuştur. Böyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, ancak sonsuz bir kemâl ve mükemmellik sahibi olabilir. Nitekim, korku ve sevgiye âlet olacak iki cihaz, insanın fıtratına / yaratılışına konmuştur. O sevgi ve korku ise, ya Halk’a veya Yaratan’a yönelik olacak. Oysa, Halk’tan korku, acı bir belâdır. Halk’a sevgi dahi, belâlı bir musibettir. Çünkü insan öylelerden korkar ki, ona merhamet etmez veya onun merhamet isteğini kabul etmez. Bu durumda korku, acı bir belâdır. Sevgi ise, sevilen şey, ya insanı tanımaz; gençlik ve mal gibi çekip gider! Ya da sevgisinden dolayı, insanı hor görür. Üstelik mecazî aşklarda yüzde doksandokuzu, sevgilisinden şikâyet eder. Çünkü: Allah’ın aynası olan kalbin içi ile, dünyevî mahbubları pek çok sevmek; o mahbubların nazarında ağırdır, reddeder. Zira fıtrat / yaratılış; fıtrî ve lâyık olmıyan şeyi reddeder, atar.
Madem öyledir. Bu havf ve muhabbet, öyle birisine yöneltilmeli ki, insanın havfı / korkusu lezzetli bir zillet olsun. Muhabbet, zilletsiz bir saadet olsun. Evet, Allah’tan korkmak, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup sığınmak demektir. Korku, bir kamçıdır. İlâhî rahmetin kucağına atar.
Tıpkı bir annenin önce çocuğunu korkutup, sonra göğsüne basması gibi. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü annesinin şefkatli sinesinde bulur kendini. Hâlbuki bütün anaların şefkati İlahî rahmetin yanında ancak bir zerre kadardır.


