Bu kadar karşı çıkmalara, inatçı feylesoflara, inançsızlara karşı îman kalesi düşmüyor. Sefahat ve dünya hayatının menfî lezzetleriyle bîçare gençler; îman hakikatlerinden uzak tutulmak isteniyor! Oysa en şiddetli hücum, en gaddarâne muamele, yalanlar ve aleyhde yapılan propagandalarla îman hizmeti kırılmak, insanlar ondan ürkütülmek isteniyor! Bütün bunlara rağmen îmanın yaygınlaşmasının önü alınamıyor. İçte dışta coşkuyla yayılıyor. Bunun hikmet ve sebeplerinin neler olduğu düşünülünce; îmanın bu dünyada bile manevî bir Cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, îman yine bu dünyada manevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor. Günah, fenalık ve haram lezzetler içindeki manevî elemleri gösteriyor. Güzel haslet ve dinin isteklerini yapmakta, Cennet lezzetleri gibi manevî lezzetler bulunduğunu nazarlara sunuyor. Sefahat ehlini, dalâlete düşenleri, aklı başında olanları bu yanlış gidişattan kurtarıyor. Çünkü âkıbeti görmeyen, bir gram hazır lezzeti, ileride bir ton lezzetlere tercih eden insanî hisler, akıl ve fikre galebe ediyor. Bu durumda sefahat ehlini sefahatten kurtarmanın tek çaresi; aynı lezzetinde elemi gösterip, menfî hislerini mağlup etmektir.
Bu zamanda âhiretin elmas gibi nimet ve lezzetlerini bildiği hâlde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, îmanlı iken dalâlet ehline -dünya sevgisi için- tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın tek yolu; dünyada bile Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur. Bunların varlığını ispat ve onların azâbı ile insanları; fenalık ve kötülüklerden caydırmakla olur. Ancak, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, nefsine düşkün insanları o menhus / uğursuz, gayri meşru lezzet ve sefahatlerden nefret ettirerek, aklı başında olanlara, onların terkini telkîn etmekle mümkün olur.
Rızka muhtaç hayvanlar âlemine, maddî felsefe gözü ile bakınca, hadsiz ihtiyaç ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o hayat sahiplerinin âlemini çok acıklı ve elîm gösterir. Evet, dalâlet ve gaflet gözüyle bakınca, feryat etmemek mümkün değil. Kur’ân ve îman dürbünüyle bakınca görülür ki, Rahmân ismi Rezzak mânâsında, parlak bir güneş gibi doğmakta. Aç, bîçare hayat sahiplerini Rahmet ışığıyla yaldızlamakta. Yine yüzeysel, inançsız bir bakışla hayvanlar âlemine göz gezdirince yavruların zaaf, acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları. Hazin, elîm, herkesi acındıracak bir karanlık içinde oldukları görülür ve insana “Eyvah!” dedirtir. Fakat îman gözlüğüyle bakınca görür ki, Rahîm ismi şefkat mânâsında doğuyor. O kadar güzel ve şirin bir sûrette; o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırıyor. Acımak ve hüzünden gelen göz yaşları; sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara dönüşüyor.
Sonra insan âlemini görür. Sapık dalâlet dürbünü ile bakınca, o âlem son derece karanlık, dehşetli görünür! Kalbin en derinlerinden feryat sesleri işitilir ve yine insana “Eyvah!” dedirtir. Çünkü, insanın ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı içine alan tasavvur ve fikirleri var. Ebedî saâdeti, yani Cenneti gayet ciddî bir şekilde isteyen himmetleri, fıtrî istidatları, sınırsız potansiyel kuvveleri ve hadsiz maksatlara yönelik ihtiyaçları, zaaf ve acziyle beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve düşmanları var. Fakat ömrü gayet kısa. Her gün ve her saat ölüm endişesinde. Çok dağdağalı bir hayatı yaşamak için, gayet perişan bir geçim derdi içinde; kalp ve vicdana en elîm ve en müthiş hâlet olan, devamlı zeval ve firak belâsını çeker. Gaflette olanlar için, ebedî karanlık bir kapı sûretinde görünen kabre ve mezaristana bakınca görür ki: İnsanlar birer birer o karanlık kuyulara atılıyor.
İşte, insan âlemini bu karanlıklar içinde gördüğü anda; kalp, rûh ve akılla beraber bütün insana has lâtifeler; belki bütün vücut zerreleri, feryat ile ağlamaya hazır iken, birden Kur’ân’dan gelen nûr ve îman kuvveti; dalâlet gözlüğünü kırar. Yeni bir bakış verir. Allah’ın güzel isimlerinin tecellîleri birer güneş gibi doğarlar. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umûmunu ışıklandırır, şenlendirirler. Cehennemî hâletleri dağıtıp, nuranî âhiret âlemlerinden pencereler açarlar. O perişan insanın dünyasına nurlar saçarlar. Anlaşılır ki, îmanda manevî bir Cennet muştusu var. Dalâlet / sapık yolda ise, manevî bir Cehennem’in bu dünyada dahi var olduğu kesin olarak bilinir.
Sonra Arz’ın âlemi görülür. Dinsiz felsefenin karanlık, sözde ilmî kanunları hayâle dehşetli bir âlem gösterir. Her vakit dağılmaya ve parçalanmaya kabil ve içi zelzeleli, çok yaşlı Arz gemisinde kâinatın sonsuz boşluğunda seyahat eden zavallı insanoğlunun durumu vahşetli bir karanlık içinde görünür. Başı döner, gözü kararır. Fakat felsefenin gözlüğünü yere atıp kırınca, birden Kur’ân ve îmanın hikmetiyle ışıklanmış bir göz ile bakınca görür ki, Arz gayet muntazam, musahhar / insanın emrine verilmiş, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisidir. Tenezzüh / gezinti, keyif ve ticaret için hazırlanmıştır. Rûh sahiplerini güneşin etrafında, Rabbin ülkesinde gezdirir. Yaz, bahar ve güzün mahsûlâtını rızık isteyenlere getirmek için hizmet gören bir gemi, bir tayyare / uçak ve bir tren gibidir.
Sefahat ve dalâlet ehli, dünyada dahi manevî bir Cehennem içinde azap çeker. Îman ve salâhat ehli / dindarlar, dünyada dahi manevî bir Cennet içindedirler. İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve îmanın tecellîleriyle, manevî bir Cennet lezzetlerini tadabilir. Belki îman derecelerine göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve insanın nazarını âfâka / ufuklara dağıtan ve boğan cereyanlar; hissi iptal nev’inden bir sersemlik vermiş ki, dalâlet ehli manevî azâbını geçici olarak tam hissedemiyor. Hidayet ehline de gaflet basıyor. Hakikî lezzetini tam takdir edemiyor.


