Seyfi üryan tutmak beyanı husumet midir?

127

Bakınız, bütün davranışları hemen kötülüktendir diye etiketlemeyiniz. Geçen yazımda Bonhoeffer’e atıf yaparak anlattığım gibi ters davranışlar kötülükten değil aptallıktan, cehaletten de kaynaklanabilir. 

Cehalet insanı yanıltır. Bilmediğiniz için kalkıştığınız yanlış işler, sarf ettiğiniz saçma sözler, kötü niyetinize yorumlanır. Onun için özellikle protokol ve gelenekler hususunda bilgilenmelisiniz. Mesela bilmelisiniz ki subaylar her zaman değil ama tören kıyafeti giydiklerinde kılıç taşırlar. Bu gelenektir. Yoksa birilerini tehdit için değildir. 

Subayların muayyen zamanlarda kılıç çekmeleri de tehdit için değildir. Tehdit sanmak paranoya denilen zihin çarpıklığına işaret eder. Mesela asker düğünlerinde yeni evliler, askerlerin çektikleri ve çatarak görkemli bir geçit kıldıkları kılıçların altından geçerler. O kılıçları damat veya geline, “Doğrarız sizi ha!” demek için çekmiyorlar. Onlara selam veriyorlar. Onları koruyacaklarına işaret ediyorlar. Onları kucaklıyorlar. 

Aksini düşünmek cehaletten midir… Hadi Bonhoeffer’e takılmayalım da cehalet demiyelim; kültür farkı diyelim, politik açıdan daha doğru olur. Ama bu kadar da olur mu? Hani 18. asırda, bilemediniz, biraz zorlayalım, 19. asırda olabilir. Ama 20. asırda! Epey bir zorlamak lazım. 

Paris neden büyük görünür?

Şimdi 18. asır nereden çıktı diyeceksiniz. Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris hatıralarından çıktı. Meşhur Paris Sefaretnamesi’nde bulunan ve bulunmayan anekdotlar  var. Osmanlı, 18. asra kadar kimselere elçi göndermez. Çünkü yeryüzündeki tek devlet odur. Kendi kendine verdiği adla, Devlet-i Aliye’dir. Bu “tek devlet benim” tutumu Roma’dan mirastır. Osmanlı, Avrupa devletleriyle antlaşma yapmaz. Onlara ancak tek taraflı “Ahidname” verir. Kendi ahdidir, verdiği sözdür ahidname. Yoksa onlarla sanki eşitlermiş gibi karşılıklı oturup tartışacak, antlaşma imzalayacak değildir. Fakat 1699 Karlofça’dan sonra artık bu iddiayı sürdürmenin imkânı kalmaz ve elçi göndermeler başlar. İşte Osmanlı’nın Avrupa’ya yolladığı ilk elçilerden biridir Yirmisekiz Mehmet Çelebi. 

Çelebi anlatır: 

“Paris aslında İstanbul kadar büyük değildir. Fakat binaları üçer, dörder, hatta yedişer kat olarak yapılmıştır. Her katta çoluk çocuğuyla büyük bir kalabalık oturmaktadır. Sokaklarda da halk çok kalabalık görünür, bunun sebebi kadınların sokaklarda evden eve dolaşmalarıdır. Paris’te kadınlar katiyen evlerinde oturmazlar. Kadın erkek birbirine karıştığından, halk kalabalık görünüyor.   

“Dükkânlarda oturup alış veriş yapanlar da hep kadınlardır. Dükkânların içi ağzına kadar çeşit çeşit eşyalarla doludur.”

Çelebi doğru söylüyor. İstanbul o tarihte nüfusça Avrupa’nın en büyük şehridir.  Yılmaz Öztuna’ya göre Paris, ancak 1825’te İstanbul’u geçecektir. 

Davet edildikleri saraylarda da kadınları bir tuhaftır: “Sineleri üryan, bakışları davetkâr.” 

Çelebi’nin görevi Ramazan’a rastlamıştır. Heyet iftar yapacaktır. Kâfirler iftarı seyretmeyi arzu eder. Elden bir şey gelmez peki deyip davet ederler. Arkadan teravih namazını öğrenirler. Teravihi de seyretmek isterler. Çelebi pek de mutlu değildir ve anlatır: 

Çelebi’nin Fransız kadınlardan çektiği

“Akşama yarım saat kala bir de ne göreyim, altın ve ziynete batmış iki yüze yakın kadın konağımızı basıp,  içeri girerek karşılıklı sandalyelere oturdular. Konağımız âdeta kadınlar evine döndü. Dolup dolup taştı.  Arkadan, iznimizi duyan başka kadınlar da gelmeye başladılar. Bir anda birkaç bin kadın arasında kalıverdik; konağımız böylece bir düğün evi halini aldı.   

“Binlerce kadının azap verici bakışları arasında güç belâ iftar açarak yemeğimizi yedik. Daha sonra teravih namazını kıldık. Teravih kıldığımızı da ertesi gün duymuşlar, yine iftara yarım saat kala, iki bine yakın kadın kız konağımızı bastılar. Her birinin ellerinde şekerleme ve çörekler vardı. İftarımızı açıp,  yemeğimizi yedik. Muhterem misafirlerimiz bir türlü gitmek bilmiyorlar, gece ta saat üçe kadar yanımızda kalıp bizleri rahatsız ediyorlardı. Meğer teravih namazını kılmamızı bekliyorlarmış. Yapacak başka işimiz ve çaremiz kalmadı, mecburen kalktık abdest alıp teravih namazımızı kıldık.   

“İzin istemekte daha sonraki geceler de devam ettiler…    

“Biz de gece geç saatlere kadar oturup cemaatle ilâhi okuyor, tesbih çekiyor, sonra da kalkıp, Fransız kadınlarının hayran hayran bakışları arasında teravih namazını kılıyorduk.”   

Maksat ve algı

Rivayet odur ki Çelebi ve Osmanlı heyetinin karşılanma merasimi sırasında bir askerî birlik kılıçlarını çekip yüzleri hizasında, önlerinde tutarlar. Aynı selam bugün tüfekle veriliyor. Tüfek önde tutuluyor. “Silah takdimi – presenting arms” denilen bir merasim. Bu hareket muhtemelen, “Silahım sizindir, silahımla emrinizdeyiz.” etimolojisine sahiptir.

İşte bu selamla karşılaşınca Çelebi irkilir. Sonra durur, elini beline koyar ve kılıç çeken askerlere döner ve kükrer: “Seyfi üryan tutmak beyanı husumettir. Sokasız anları kınlarına!” (Kılıcı çıplak tutmak düşmanlık beyanıdır…)

Nedense bu günlerde tekrar hatırladım. 

Seyfi üryan tutmak beyanı husumet midir? – Milli Düşünce Merkezi

Önceki İçerikProf. Dr. SÂDIK K. TURAL ‘ANLATMAK’ Kelimesinin Engin ve Derin Mânâlarını Anlattı.
Sonraki İçerikSatılık yürek vaaar!
İskender Öksüz
İskender Öksüz 14 Eylül 1945 tarihinde İzmir'de dünyaya gelmiştir. 1966 yılında Ege Üniversitesi Kimya-Fizik Bölümü'nde lisans eğitimini tamamlamıştır. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun yurtdışı bursuyla ABD'de Yale Üniversitesi'ne kabul edilmiş, burada, Oktay Sinanoğlu'nun danışmanlığında, 1968'de yüksek lisansını 1969'da da doktora derecesini almıştır. İskender Öksüz 1968-1979 yılları arasında; Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde bölüm başkanlığı, rektör yardımcılığı ve rektör vekilliği görevlerinde bulunmuştur. Yine aynı yıllarda senato üyeliği (ADMMA), Türkiye Atom Enerji Komisyonu 7. Dönem üyeliği, Atom enerjisi konusunda bakan danışmanlığı ve Töre-Devlet Yayınevi yöneticiliği yapmıştır. Öksüz, 1981-1987 yılları arasında, Suudi Arabistan'da bulunan University of Petroleum and Minerals'da akademik ve idari görevler, bilgisayar destekli öğretim koordinatörü, yeni öğretim üyesi seçimi ve terfi komitesi üyeliği yapmıştır. 1987 yılından itibaren sağlık, bilişim ve eğitim sektörlerinde çeşitli firmalarda üst düzey yöneticilik yapan Öksüz, çeşitli şirketlerde yönetim kurulu üyeliği, genel müdürlük ve holding genel koordinatörlüğü yaptı. İskender Öksüz 2012 yılında Gazi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümünden emekli oldu. Otuzun üstünde bilimsel yayını yedi yüzün üzerinde atıfı bulunan Öksüz, KÜBİTEM (Kültür, Bilim ve Teknik Merkezi) kuruculuğu, Türk Ocağı Hars Heyeti ve Yönetim Kurulu üyeliği, Millî Düşünce Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği; Töre, Devlet, Bozkurt, Türk Yurdu dergilerinde makale ve başka yazıları yayımladı. Üniversiteler de dâhil olmak üzere çeşitli platformlarda konferans, söyleşi ve röportajlarda bulundu.[5][6] Ayrıca Son Havadis, Yeni Ufuk ve Ayyıldız gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Karar gazetesinde köşe yazarlığına devam etmektedir. İskender Öksüz, 5 Mayıs 2021 tarihinde vefat eden ünlü romancı Emine Işınsu ile evliydi. Eserleri[7] Millet ve Milliyetçilik Bilim, Din ve Türkçülük Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi Türk'üm Özür Dilerim Niçin Geri Kaldık? Çin Dünyayı Ele Mi Geçiriyor? (Konuralp Ercilasun ile birlikte)