Kocaeli Aydınlar Ocağı önceki dönem Başkanı, değerli ağabeyim Eğitimci / Tarihçi Dr. Süleyman Pekin “Türkiye 1950’de NATO’ya girince, NATO da tüm kurumlarıyla Türkiye’ye girdi” der. Kanaatimce, Türkiye’nin reel politiğini bu kadar isabetli ve bu kadar veciz ifade eden başka bir söz yoktur.
Türk siyasetinin iktidarıyla ve muhalefetiyle tek bir merkez tarafından dizayn edildiğinin herkes farkında. Bu konudaki görüş ayrılıkları dizayn edenin kim olduğuyla alakalı yalnızca. Siyaset sahnesindeki 156 siyasi partinin her birinin zihniyet ve icraat bozukluğunun birbirine bu kadar benzemesinin başkaca bir izahı olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda getirilebilecek alternatif izah ise milletin insan kalite ortalaması ve bu insan kalite ortalamasının siyasete yansıması olabilir yalnızca.
Bugün ülkeyi yönetenlerin, ülkenin kaderi hakkında söz söyleyen ve ahkâm kesenlerin tamamına yakınının, 1970’lerde ülkeyi 12 Eylül’e taşıyan grupların saha elemanları olması tesadüf olmasa gerek. 12 Eylül rejimi, devletin adını aynı kılmakla beraber ülkenin kuruluştan gelen genetiğini değiştirmek suretiyle GDO’lu bir ülke meydana getirdi. Bu GDO’lu yapı etkisini biraz kaybeder gibi olunca 8 yıl önce yapılan hareketle konumunu bir müddet daha güçlendirdi.
Yukarıdaki iddiaları hayali veya en azında abartılı bulanlar, son 40 yıldır veya hadi en azından son 10 yıldır siyasi iktidar tarafından icraatların vatandaş yararına mı yoksa siyasi iktidar yararına mı olduğu sorusuna cevap versinler. Ki cevaba lüzum olmadığı da gün gibi ortadadır.
Önceki yazılarımızda da defaatle beyan ettiğimiz gibi; dünyanın her ülkesinde yönetenlerin menfaatleriyle yönetilenlerin menfaatleri çatışır. Yönetenlerin lehine olan yönetilenlerin aleyhine, yönetilenlerin lehine olan ise yönetenlerin aleyhinedir. Örneğin yargının siyasallaşması, siyasal iktidarı denetleyen ve / veya dengeleyen kurumların zayıflaması ve hatta ortadan kalkması yönetenlerin lehine, yönetilenlerin aleyhinedir. Yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, medyanın tekelleşmemesi, kamu ihalelerinin şeffaflaşması, vergilerin düşürülmesi ve hatta kaldırılması gibi hususlar ise yönetilenlerin lehine, yönetenlerin aleyhinedir. Bir ülkede halkın refahını artırmanın yegâne yolu o ülkedeki icraatların kısm-ı azamının yönetilenlerin lehine olmasıdır.
Ancak bugün Türkiye’de siyasi iktidar ve vatandaş, yahut başka bir ifadeyle yönetenler ve yönetilenler arasındaki menfaat çatışması ve bu çatışmadaki terazinin dengesinin yönetenler lehine ağır basması sürdürülemez bir noktaya ulaşmıştır. Türkiye’yi yönetenlerin “karıncaya bineceksin belini incitmeyeceksin” şeklinde özetleyebileceğimiz yönetim anlayışı, karıncanın yani vatandaşın beli artık mevcut siyasi iktidarı kaldıramayacak raddeye gelmiştir. Türkiye’nin bugün mevcut siyasi düzeni tamamen kaldırıp yerine yeni bir düzen inşa etmesi gerekmektedir.
Siyaset kurumu, ülkenin problemlerini çözmek için var olan bir kurumdur. Ancak bugün siyaset kurumu ülkenin problemlerinin temel kaynağı haline gelmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı, Türkiye’nin problemlerinden kurtulabilmesi için sadece siyasi iktidardan değil, yani sadece Ak Parti ve MHP’den değil, CHP’den de kurtulmalı, İyi Parti’den de kurtulmalı, Zafer Partisi’nden de kurtulmalı, DEM Parti’den de kurtulmalı ve hatta isimleri buraya sığmayan mevcut bütün siyasi partilerden ve bu siyasi partilerin temsilcilerinden kurtulmalıdır.
Türkiye’yi bugünkü problemlerine taşıyan ama öte yandan ülkenin sefasını sürüp cefasını kendisinden sonraki jenerasyonlara bırakan jenerasyon, 12 Eylül’den önce siyasetle tanışan jenerasyondur. Ülkenin problemlerinden kurtulması için, bu jenerasyonu hem siyasetten hem de bürokrasiden el çektirmesi ve ülkede söz hakkını 1980’den sonra doğan jenerasyona bırakması gerekmektedir. Nitekim meşhur bir gangsterin, Youtube videolarında “40 yaş altına sesleniyorum” dediğini hatırlarsınız.
Türkiye’de 1980’lerden sonra doğan jenerasyon tarafından mevcut siyasi düzenin tarihe gömülmesi; Türk siyasetinin ideolojik argümanlara dayanmayan, insan odaklı bir anlayışla ve daha da önemlisi nitelikli kişilerin sürekli bir devr-i daimle yahut sirkülasyonla görev alabilecekleri şekilde yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.
Yakın zamanda Nobel ekonomi ödülü alan Daron Acemoğlu ve James Robinson’un “Ulusların Düşüşü” kitabında “yaratıcı yıkım” diye bir kavramdan bahsedilir. Bu “yaratıcı yıkım” kavramını, halkın faydasına olacak şekilde dar bir azınlığın mevcut menfaatlerinin yıkılması şeklinde özetleyebiliriz. Daha açık anlatmak için matbaa geldiği zaman hattatların işsiz kalmalarını yaratıcı yıkıma örnek olarak gösterebiliriz. İşte artık Türkiye için siyasette birilerinin saltanatını tamamen yıkacak ve milletin refahını gerçekleştirecek bu “yaratıcı yıkıma” ihtiyaç vardır.
Aylarla ifade edilebilecek yakın bir gelecekte Türkiye için artık olmazsa olmaz hale gelen bu “değişimin”, bu “yeniden inşanın” ve “yaratıcı yıkımın” gerçekleşeceğini tahmin ve temenni ediyoruz.
Cenab-ı Allah bizleri problemlerimizden ve problemin kaynağı kişilerden kurtarsın; bizlere her şeyin iyisini ve güzelini nasip etsin; bize müreffeh bir hayat ile bilimde, sanatta, askeri sahada, siyasette ve uluslararası dengede söz sahibi olma imkân ve gücünü versin.