İlâhiyatçı Prof. Dr. ABDULHÂKİM YÜCE ile İnsanlarımız Tarafından Az veya Yanlış Bilenen Dârü’l İslâm ve Dârü’l Harp Kavramlarını Konuştuk.                                                                       

48

Oğuz Çetinoğlu: Hocam Dârü’l İslâm ve Dârü’l Harp kavramları hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Abdulhâkim Yüce: ‘Ülke’ kavramını açıklamakla başlayalım: Radikal dinî düşünce, akım ve örgütlerin hemen tamamı ülke kavramı konusunda, farklı cümlelerle de olsa, ana hatlarıyla şu görüşü ileri sürerler: ‘Dâru’l İslâm; İslâm’ın hükümleri ile yönetilen, iç ve dış güvenliği Müslümanların otoritesi ve gücü ile sağlanan ülkedir. Hattâ burada yaşayan insanların çoğu Müslüman olmasa da söz konusu şartlara sâhip her yer Dâru’l İslâm’dır. Dâru’l-Harp ise; küfür hükümleri ile yönetilen, güvenliği Müslümanların otorite ve gücüne dayanmayan yerlerdir. Bu şartlara sâhip bölgelerde yaşayan halkın çoğunluğunun Müslüman olması yukarıdaki şartlar devam ettiği sürece bölgenin dâru’l küfür olması gerçeğini değiştirmez. Meselâ mescit ve ezan İslâm’a ait görüntülerdir. Bir beldede mescitlerin varlığı ve ezan sesinin duyulması o yörede yaşayanların Müslüman olduğuna delalet etse de o bölge halkı ile savaşmayı engellememektedir.

Çetinoğlu: Bu ne anlama gelmektedir?

Prof. Yüce: Şu anlama geliyor: Mescit ve ezan bulunduğu halde o bölge dâru’l-harp olarak kabul edilir. Öyle ise günümüzde İslâmî beldelerin çoğunun güvenliği Müslümanlar tarafından sağlandığı halde İslâm’ın hâkimiyeti şartı gerçekleşmediğinden halkı Müslüman olan bu beldeler Dâru’l-İslâm olarak kabul edilmezler.

Oysa ülke kavramının geçirdiği aşamalar, pasaport ve vize sistemi, milletlerarası hukuk, mahallî paktlar ve antlaşmalar, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı gibi milletler üstü kuruluşların varlığı, gayr-i Müslim ülkelerdeki yerli Müslümanların oluşturduğu yüksek sayı; ticaret, eğitim, turizm, sanat ve spor gibi etkinlikler, sınır aşan doktorlar vb. yenilikler bir tarafa bırakılsa bile, kendi döneminin şartları içerisinde kaleme alınmış klasik fıkıh kitaplarında da durum bunların anlattığı gibi değildir.

Çetinoğlu: Klâsik kitaplara bakarsak efendim…

Prof. Yüce: Klasik kitaplarda kısaca konu şöyle ele alınmaktadır: Dâr; arsa, bina, mahalle ve bunların toplandığı yer anlamlarına gelir. Bir topluluğun yerleşip konakladığı yere de dâr denir. Ülke ve belde anlamında da kullanılır. Bu sonuncu anlamda; özel bir askerî gücü ve bağımsız yönetimi olan ülke kastedilir. Bir İslâm hukuku terimi olarak dâr, ‘bir Müslüman veya gayr-i Müslim idârecinin hâkimiyeti altındaki ülke’ demektir.

Çetinoğlu: Yüce kitabımızın görüşü nedir Hocam?

Prof. Yüce: Kur’ân-ı Kerim’de dâru’l-İslâm ve dâru’l-harp tâbirleri geçmemektedir. Hadislerde ise ‘dâru’l-harp’te hadler uygulanmaz ve dâru’l harp’te Müslüman ve harbî arasında fâiz yoktur’ şeklinde geçmektedir. Dikkat edilirse burada yalnız dâru’l harp tâbiri kullanılmakta olup, ‘dâru’l-İslâm’ tâbiri ise daha sonraları İslâm hukukçuları tarafından, buna zıt bir tâbir olarak kullanılmıştır. Fıkıh kaynaklarında bu konu işlenirken Hz. Peygamber (sas) döneminde İslâm’ın uygulandığı Medine için ‘dâru’l-İslâm’ ve diğer yerler için ‘dâru’lharp’ tâbirlerinin kullanılmadığı belirtilmektedir. İslâm devletinin sınırları genişleyip daha geniş coğrafyalara yayılarak çok değişik devlet ve yönetimlerle karşılaşılınca, ister istemez İslâm devletinin durumunu ve hukukî statüsünü ismen diğerlerinden ayırmak icabetti. Onun için bu iki tabir kullanıldı. Müslümanların idâre ve hâkimiyetleri altında bulunan ve Allah’ın hükümleriyle hükmedilen ülkeye ‘dâru’l-İslâm’, bu nitelikte olmayan beldeye de, ‘dâru’l-harp’ denildi.

Çetinoğlu: Bir ülke, ‘dâru’l-İslâm’ iken ‘dâru’l-harp’ e dönüşür mü?

Prof. Yüce: Bir İslâm beldesinin sonradan dâru’l-harbe dönüşmesinin şu üç şekilde olabileceği belirtilmiştir:

1-Düşmanın İslâm ülkelerinden birisini işgal ve istilâ etmesi,

2-Dâru’l-İslâm’da bir şehir veya bölge halkının irtidâd (dinden çıkma) ederek o yeri işgal ve istilâ etmeleri,

3-Zimmet akdi ile İslâm devletinin himâye ve hâkimiyetine geçerek İslâm tebaası olan gayr-i Müslimlerin (zimmî) bu anlaşmayı bozarak bir bölgeyi işgal ve istilâ etmeleri…

İmam-ı Âzam’a göre, yukarıdaki üç şekilden hangisiyle olursa olsun, dâru’l-İslâm’ın dâru’l-harbe dönüşebilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gereklidir:

1-İşgal altındaki yerde küfür hükümlerinin uygulanması.

2- İlk emân üzere olan bir Müslüman veya zimmînin bulunmaması.

3-O yerin dâru’l-harbe bitişik olması. Bundan maksat, işgal altındaki ülke ile başka dâru’l-harp arasında bir İslâm ülkesinin bulunmamasıdır.

Çetinoğlu: ‘İlk emân’ tâbirinden ne anlamalıyız?

Prof. Yüce: Burada ilk emândan maksat, düşman istilâsından önceki, dâru’l-İslâm’da Müslüman’ın İslâm hukuku gereğince sâhip olduğu emânı ve zimmînin de zimmet akdi gereğince sâhip olduğu mal ve can güvenliğidir. Mal veya can güvenliğinin kalmaması veya o beldede ancak düşmanın verdiği emân ile kalabilmeleri ilk emânı sona erdirir.

Çetinoğlu: ‘Emân’ kelimesinin mânâsını lütfeder misiniz Hocam?

Prof. Yüce: Sözlükte ‘güven, güvence, güvenlik, emniyette olmak, korkusuz olmak’ şeklinde açıklanan emân; bir fıkıh terimi olarak, İslâm ülkesine girmek isteyen gayrimüslim yabancıya, can ve mal güvenliği sağlayan taahhüt ve akdi ifâde etmektedir. Târifte yer alan gayrimüslim yabancıdan, barış antlaşması bulunmayan yabancı devlet vatandaşı kastedilmektedir. Emân yâni can ve mal güvenliği isteyen kimseye müste’min, emân verilene müste’men, emân veren kişiye de müemmin denir. Hadislerde emân kelimesi ile birlikte, ahd ve zimmet tâbirleri de kullanılmaktadır.

Emân isteyen taraf kadın veya erkek, herhangi bir dine mensup tek bir kişi veya bir topluluk olabilir. Bir erkeğe verilen emân, hem kendisinin hem de yanında bulunan âile fertlerinin can ve mallarını hukukî teminat altına alır. Emân isteyen kişiden casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi zarar vermeye yönelik bir kastın olmaması şartı aranmaktadır.

Klasik fıkıh literatüründe, belli bir şahsa veya sınırlı sayıdaki yabancıya verilen özel emânın (emânu’l-hâs) yanında, bir şehir, bölge, kale veya ülke halkı gibi geniş topluluklara tanınan genel emândan (emânu’l-âmm) da bahsedilmektedir. Zaman ve mekân bakımından sınırlanabilir olan emân akdi, müste’menin kendisine emân verildiğini öğrenmesinden veya kabulünden sonra başlar ve ülkesine dönmesi veya sürenin dolmasıyla sona erer.

Günümüz toplumlarında milletler arası örf ve âdetlerin değişmesi sebebiyle emân ve emânnâmelerin yerini tamamen devlet kontrolünde olan pasaport, vize, ikamet izni gibi uygulamalar almıştır.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim. Can ve mal gvenliği tanınmasında mezheplere göre farklılıklardan da söz ediliyor…

Prof. Yüce: Şafiîler dâru’l-İslâm’ı üçe ayırır:

1-Müslümanların meskûn bulundukları yerler,

2-Müslümanların fethedip gayr-i Müslim halkını cizye karşılığında iskân ettikleri yerler,

3-Başlangıçta Müslümanların meskûn bulundukları, fakat daha sonra gayr-i Müslimlerin istilâ ve hâkimiyetleri altına geçen yerler. Bu vasıfları taşımayan yerler dâru’lharp sayılır. Görüldüğü gibi İmam Şafiî, dâru’l-İslâm’da Müslümanların yönetimi ellerinde bulundurma şartını öne sürmez. Buna göre, târihte bir defa Müslümanların ele geçirip İslâmî hükümleri uyguladıkları yerler, daha sonra düşman istilâsına uğrasa bile sonsuza kadar İslâm beldesi (dâru’l-İslâm) sayılır.

İslâm hukukçularının bazıları ise, ülke, İslâmî hükümlerin uygulanmasıyla dâru’l-İslâm olduğuna göre, orada İslâmî ahkâm ve eserlerden bir şeyler olduğu müddetçe orası dâru’l- İslâm’dır, hattâ Müslümanlar dâru’l-İslâm’daki siyâsî otoritelerini kaybetseler bile İslâm ahkâmından bir eser kaldığı müddetçe orası dâru’l-harbe dönüşmez, kanaatini savunmuşlardır.

İmam Âzamın diğer bir görüşüne göre de, bir ülkenin İslâm veya küfür ülkesi olması bizzat İslâm veya küfrün kendisinin hâkim olmasıyla ilgili değildir. Burada, ’emniyet’ ve ‘korku’ söz konusudur. Eğer bir yerde mutlak anlamıyla Müslümanlar güven içinde, kâfirler de korku içinde iseler orası dâru’l-İslâm’dır. Ama durum bunun tersine ise, yani Müslümanlar  inanç ve ibâdetlerini Allah’ın emrettiği şekilde icra etmekten korkuyorlarsa orası dâru’lharptir.

Aynı şekilde, bu emniyet o bölgenin dâru’l-harple çevrilmiş olmasıyla ortadan kalkar ve o bölgede Müslüman kimseler yaşasa bile orası dâru’l-harptir.

Çoğunluğun kabul ettiği ve klasik İslâmî eserlerden özetlenen bu bilgilere göre, ülkemiz dâhil bu gün İslâm Ülkeleri adıyla anılan hiçbir ülke dâru’l-harp değildir.

Çetinoğlu: Farklı yorumların olduğu da biliniyor…

Prof. Yüce: Günümüzde konuyla ilgili şu yorumlar da yapılmaktadır:

1-İslâm’ın cihanşümul oluşu, zaman ve mekân üstülüğü, adının ve esasının barış olduğu dikkate alınınca şu sonuca varılır: Bu günkü Müslümanlar için dâru’l-İslâm, dinî hassasiyetleri gözeten ve yaşamalarına imkân sağlayan hukuk devleti niteliği taşıyan her yönetimdir.

2-Bir ülkede yöneticilerin günah işliyor olmaları o ülkeyi dâru’l-harp yapmaz.

3-Eğer bu gün bir dâru’l-harp tanımlaması yapılacaksa şu iki nokta göz önüne alınmalı:

3.1- İnkâr yâni Allah’ın, Peygamberin ve Kur’ân’ın inkârı, reddi…

3.2-İslâm değerlerine ve Müslümanlara karşı baskı ve zulüm uygulanması…

3.3-Gayr-i Müslim bir ülke ile savaşa girilmişse ve o ülkede bulunan Müslümanlara bu yüzden haksızlıklar ve zulümler yapılıyorsa o ülke dâru’l-harptır.

Hüküm Allah’ındır!

Din motifli terör örgütlerinin dillerine doladıkları ve siyâsî bakımdan (bağlam) kopararak yanlış yorumladıkları bir konu da ‘hükmün’ sâdece Allah’a ait olduğunu belirten âyettir. Bu konudaki ilk yanlışlığı da Hârîciler yapmışlardır. Hz. Ali’yi, Sıffin Savaşı öncesinde, anlaşmazlığı çözmesi için önce hakemi kabul etmeye zorlayan, sonra da başkaldırarak isyan eden Hârîciler, ‘hakemi kabul etmiyoruz, hüküm sadece Allah’ındır’ deyince; Hz. Ali’nin cevabı şu oldu: ‘Bu söz, kendisi ile bâtıl kast olunan hak bir sözdür. Evet, hüküm sâdece Allah’ındır, fakat bunlar (Hariciler) bu sözlerle, ‘emirlik ancak Allah’ındır’ demek istiyorlar. Hâlbuki insanlar için, muttaki olsun, günahkâr olsun mutlaka bir emir gerekir ki, müminler onun emrinde çalışsın, kâfirler hayatlarını devam ettirsin, Allah onunla vaatleri tamamlasın, onun vasıtasıyla vergiler toplansın, düşmanlarla savaşılsın, yollar emniyete kavuşturulsun, zayıfın hakkı güçlüden alınsın, böylece iyi insanlar huzura kavuşsun, kötü insanlardan kurtulmuş olsun.’

Dikkat edilirse Hz. Ali, başında bir insanın veya insanların bulunduğu, otoriteyi kendinde toplayan bir devletin şart olduğunu dile getirmektedir. Zira etkisiz kabile reisi ve kabile asabiyeti anarşizme sebeptir. Günümüz Hâricîleri ise şöyle derler: ‘İslâm’a göre kanun koyma yâni teşrî (yasama) yetkisi, yalnız Allah’ın elinde ve inisiyatifindedir. Teşri hakkı ne bir hükümdara, ne bir âileye, ne bir partiye, ne de bir meclise verilemez. Yasama, sadece Allah’ın hakkıdır.’ Bu ifadelere göre Kur’ân başta olmak üzere ilâhî kitaplar birer anayasa, hattâ detaylar da dâhil birer kanun ve tüzük kitabıdırlar. Hâlbuki durum bu şekilde değildir.

Kur’ân’da insanlığın ortak değerlerini ifâde eden ana prensipler bulunmaktadır. Ama Kur’ân aynı zamanda bir zikir, bir fikir, bir ibret, bir duâ ve bir ibâdet kitabıdır. Onun için İslâm,  devlet şekli ile ilgili kesin sınırlar koymamıştır. Târihî süreç içinde değişik devlet şekilleri deneyerek insanlık bu gün demokrasiyi benimser bir konuma gelmiştir.

Demokrasi, halk hâkimiyetine dayalı bir sistemdir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir’ cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Bu söz, hâkimiyetin -hâşâ- Allah’tan alınarak insanlara verilmesi demek değildir; aksine, hâkimiyetin, Allah tarafından, kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir.

Demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını halkın temsilcilerine tevdi eden, milletin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetiminde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir idare şeklidir.

Ontolojik olarak Allah elbette her şeyin hâkimidir ve hüküm sâdece O’na aittir.

Kâinattaki düzen, yaratılış ve olup biten her şey O’nun irâdesi ile olmaktadır. Buna rağmen bizzat Allah’ın ifâdesiyle, onda tasarruf etme yetkisi dâhil, bütün kâinat insanlığın hizmetine verilmiş ve insan Allah’ın yeryüzünde halifesi kılınmıştır.

Çetinoğlu: Bu halifelik ne demektir ve tasarruf yetkisi nasıl kullanılacaktır?

Pro. Yüce: Devlet yönetimi için de peygamberleri aracılığıyla adalet, müşavere vb. prensipler koymuştur. Ancak devletin yönetim şekli, insanlığın ortak kabulleri olan bu temel prensiplerin uygulanma şekli gibi hususlar, Hz. Ali’nin dediği gibi, elbette insanlar tarafından konacak ve işletilecektir. İslâm fıkıh bilginleri arasında bazı görüş farklılıklarının çıkması, zamanla bazı görüşlerini değiştirmeleri, hatta ‘zamanın değişmesiyle ahkâmın (hükümlerin) değişmesi inkâr edilemez’ prensibini koymaları bu gerçeğin tezâhürleridir. Öyle ise, ‘hüküm Allah’ındır’ ifâdesi yanlış anlaşılmakta veya anlatılmaktadır. Aslında bu ifade sâdece bir slogan gibi kullanılmaktadır.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim efendim.

Prof. Dr. ABDULHÂKİM YÜCE 1962 doğumlu olan Abdulhâkim Yüce, 1986’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. İki yıl boyunca, alanında araştırma yapmak gayesiyle görev almayıp, özel dersler aldı ve ilmî araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde doktora çalışmalarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaizlik görevine başladı. Başkanlığın görevlendirmesiyle, Almanya’nın Köln ve Fransa’nın Paris şehirlerinde belli sürelerle görev yaptı. 1992’de, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Tasavvuf Anabilim Dalı’na, asistan olarak tâyin edildi.  Aynı yıl, ‘Razî’nin Mefatîhu’l Gayb Adlı Tefsiri’nin İşârî Yönü’ başlıklı tezini bitirerek, alanında doktor oldu. 1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalına Yar. Doç. Dr. olarak göreve başladı. 1997’de Doçent, 2003’te Profesör oldu. İngilizce ve Arapça dillerine vâkıftır.   Yayınlanmış kitaplarından bâzıları: *Razi’nin Tefsirinde Tasavvuf: Nil Yayınları, 1996. *Kalb Hayatı (Muhâsibî’den çeviri): Işık Yayınları, 1997.  *Gece İbâdeti: Işık Yayınları, 1999. *Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı: Kaynak Kitaplığı, 2001. *Tasavvuf ve Bid’at: Nil Yayınları, 2001.*Konuşma Sanatı ve Hitâbet: Işık Yayınları. *İtikâf: Işık Yayınları. *Bizim Yuvamız: Işık Yayınları. *Tesbihât: Işık Yayınları. *Efendimizin Bir Günü: Işık Yayınları. 
Önceki İçerikKervansaray
Sonraki İçerikİktidarın Hoşumuza Giden Yalanları
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.