Yanlışlarımızı yaşayarak öğrenmek, daha pahalı olabiliyor. Sahip olduğumuz kıymetleri zamanla idrak edebilmek de öyle. Yaşamak zorunda kalmak ve zamanın öğrencisi olmak, çoğumuzun kaçınamadığı bir gerçek. Hangimiz, bir gün “ah, keşke, akılsız kafam, şimdiki aklım olsaydı… gibi hayıflanma ünlemi kullanmamıştır?
Beşerî sermaye büyük zenginliktir. Ağaç, yaprağıyla gürler, denir. Hısım, akraba, dost birer beşerî sermayedir. Beşerî sermaye, güven ve vefa gibi değerleri gerekli kılar. Uzun soluklu arkadaşlıklar, beşerî sermayenin en kalıcı birliktelikleridir. Soyut değerler üzerine inşa edilen arkadaşlıklar ise kişi için hem bir kimliktir hem bir güçtür, gıdadır. Aynı iddianın sahibi olarak aynı duayı yapmak, ortak lisana sahip olabilmek, ortak hatıralardan beslenmek ve oradan enerji üretebilmek, herhalde az sayıda insanoğluna nasip olur. Bunlardan biri de benim.
Elli yıl öncesinin Türkiye’sinin ateş çemberinden geçmiş, o ateşin lavlarından etkilenmiş ve küllerinden doğmuş insanlarla bir arada oldum hafta sonu. Çoğu “Ununu elemiş, eleğini asmış” yaşta olmasına rağmen yarım asır önceki heyecana, yüksek dava aşkına sahip. O yıllarda kızdıklarına yine kızıyorlar, sevdiklerini yine seviyorlar. Vatan ve insan sevgisi, hesap korkusu, doğru yol üzerinde olabilmek iddiası her birinin yol haritasında birer kırmızı çizgi olarak yer alıyor. Dünyada var olmanın farkında olmak, nedenini bilmek, ömrünü bilgili ve bilinçli tüketebilmek, bu grubu oluşturanların ilkesi olmuş.
Zaman zaman yapılan dost buluşmaları, kişiyi hem rehabilite hem şarj ediyor. Kişiye, kendini muhasebe etme imkânı veriyor. İnancımızda sıla-i rahim, tavsiye edilir ve bunun ömrü uzatacağı belirtilir. Terim olarak hısım ve akrabanın ziyaret edilmesi diye tanımlanan sıla-i rahimin, doğup büyüdüğümüz toprakları, hukukumuz bulunan insanları vefa duygusuyla ziyaret etmemizi kapsadığını da düşünmekteyim. Ömrün bereketlenmesini, mecazen, kazanımların kaybedilmeden çoğaltılması ve canlı tutulması şeklinde de yorumlayabiliriz. Bunun somut örneğini, hafta sonunda bir kez daha yaşadım.
Turistik gezi veya tatil amacıyla yurt dışına giden insanları bir türlü anlayamamış, kabullenememişimdir. Oysa ülkemizde gezilecek, görülecek, ibret alınacak o kadar özgün mekanlar, eserler varken bizim insanımız niçin buraları ziyaret etmeyi tercih etmez? Yerli turistlerimiz için, niçin ülkemizdeki tarihi ve doğal mekanlar cazip hale getirilmez? Ülkesinin zenginliğini tanıyan insanlar hem bu toprakları daha çok sevecekler hem de gezme ihtiyacını daha ucuza halledeceklerdir. Turizm sektöründe iştigal eden, özel veya resmi kişi ve kurumlar, derhal ülkemizin zenginliklerini repertuarlarına almalıdırlar, hizmet verdikleri kitleyi, yurt dışına gitmekten alıkoymalıdırlar. Bunun için tanıtım ve reklam, şart.
Aksaray, Niğde, Nevşehir’i görünce ülkemizde güzel işlerin de yapıldığının mutluluğunu duydum. Ben ülkem adına hiç de kötümser değilim. Sözünü ettiğim şehirlerdeki yapılaşmaya, mimariye, gelişmişlik düzeyine şahit oldum ve her fırsatta kötülük tohumu ekenlerin boşa uğraştıklarına inandım, onlar adına da üzüldüm. Şüphesiz, her güzellik, bünyesinde kendi oranında kusur barındırır, sizin hangi açıdan baktığınız önemlidir.
Ihlara Vadisi, Göreme, Kapadokya, Ürgüp Türkiye’nin turizm zenginliği. Bu bölgedeki teolojik ve arkeolojik eserler, insanın tefekkür dünyasını harekete geçiriyor, cevabını bulamadığımız sorulara mahkûm ediyor. Kısa süreli bu gezimde Rabb’imin, Hac suresi 46. ayetteki “Bu inkârcılar, biraz olsun yeryüzünde ibret nazarıyla gezip dolaşmazlar mı? Eğer böyle yapsalardı, belki bu sayede akledip duygulanacak kalplere ve gerçeği duyacak kulaklara sahip olurlardı. Ne var ki kör olan, başlardaki gözler değil, gerçekte kör olan sinelerdeki gönüllerdir.” uyarısını daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Yükseklerde, yüzyıllar önceki medeniyetlerin yaşamlarına işaret eden inanç mekanlarını gezdikçe, yapılaşmadaki orijinalliği gördükçe Al-i İmran suresi 140. ayette belirtilen “… biz bu günleri insanlar arasında döndürür dururuz …” hakikatini, yine En’am suresi 6. ayette “Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görüp üzerinde hiç düşünmezler mi? Üstelik biz onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkânları vermiş, üzerlerine bol bol yağmurlar yağdırmış, ev ve bağlarının altlarından ırmaklar akıtmıştık. Evet, günahları sebebiyle onları helâk ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik.” uyarısının tecellisini en somut biçimiyle müşahede ediyorsunuz.
Zamanı, mekânı, duyguları, düşünceleri paylaşmak, bilinmeyenleri öğrenmek ve bilir hale gelmek ömrü bereketlendiren eylemler. Hayallerin, düşüncelerin sınırlarını gözler, kulaklar belirler. Beş duyu, bilgi ambarının ayaklarıdır. Fırsat buldukça bu imkanları kullanmalıyız, gönlümüze bu yönde telkinde bulunmalıyız, birbirimizi motive etmeliyiz. Gönül isterse ayaklar gider.
Bize emanet edilen zaman, güneş gören buz gibi eriyor. Bu hayatın tekrarı, yok.