Eskişehirli İnşaat Mühendisi Mehmet Ali Kalkan İle Şiir Ufkunda Hârika Bir Cevelan…

353

Ufuklar Ardı Bizim

Gök Aradık Tuğlara’ isimli şiir kitabının yazarı Eskişehirli İnşaat Mühendisi Mehmet Ali Kalkan, Tuğlarına aradığı göğü, ufuklar ardında bulmuştur.

Şiir inşa etmekte de mâhir olduğunu eserine isim olarak tercih etiği şiirinde ispat ediyor:

Sinesi saf ne güzel,  

İnsanın merdi bizim.   

Gül’ce sarraf ne güzel   

Kelamın yurdu bizim.

Günü gelir kurur su,

Günü gelir durur su,

Günü gelir korur su,   

Ufuklar ardı bizim.

Nefeslenirken uçlar,     

Gönüllenir alıçlar,       

Kından çıkar kılıçlar,    

 Övülmüş ordu bizim.

Dâne, harmanın derler,   

Hüküm fermanın derler,

Çakal ormanın derler,       

Dağların kurdu bizim.

Bazen ayak baş olur,

Bazen kuru yaş olur, 

Bazen toprak taş olur,

Dünyanın derdi bizim… 

1960’lı yıllarda Nurullah Ataç, ‘Hep yenilerden ve yeniliklerden yana oldum’ derken, İlhan Berk’de bir kitabına isim olarak verdiği ‘Mısırkalyoniğne’ kelimesinin bile çok mükemmel bir şiir olduğunu ilân ediyordu. Yenilik şiirlerinden bir örnek:

Göğül odasından bir pavurya başını çıkardı 

-Sol ne kadar uzak, dedi.  

libya sefine beyoğlutası / bir deniz ermeni gerindi.  

Bir 3 eden 2’den daha gerçek bir 1 yoktur, dedi Fomeret.

  Pavurya gidip göğün hendeğine ağdı.  

  Ben yalnızlık doluydum. Lo’ya verdim ormanlarımı.         

San ağzı sularımı aldı durdu. Sen geçiyordum, korkuncu,

cinneti denemek istiyordum.                                          

Yanında arka pencereler gibi çıkıntılıydı ermeni esmerliğim.

  sıkıntılı bir hıristiyanlıktı çıplaklığımız. 

-Su uyuyordu güzel ve iri.   

Sabahın ışıklı suyuna demir attı sefine. 

Bunalımın güzelim elleri boşlukta kaldı.      

 Denizin pencereleri sürgülüydü            

Ben beni bekliyordum

Bir uzun taşlıktı gözlerin yahudi evleri gibi.

Günümüzde bu tür şiirler o kadar çoğaldı ki… Gelinen noktada, şiir okuyucusundan çok şâir var. Şiirimizin başı sağ olsun. Mehmet Ali Kalkan giller çoğalsın…

Mehmet Ali Kalkan iyi bir şâir olduğu kadar nesirde de başarılı, mizahta da…

 Halep oradaysa arşın burada… Ötüken Neşriyat’ın Söğüt Dergisi’nde yazıyor:

Ârif Nihat Asya ağabeyine hâlini arz etmek ister, şöyle başlar:

Ağabey buradan sual edersen

Türkçe gagalandı, isimlere bak

‘Terazi kendini tarttı mı? dersen

Boş kefe yukarıda kısımlara bak.

Sokakta gezerken tabelalarda neredeyse Türkçe isimlere rastlayamaz olduk. Dedelerimizi mezardan getirmek mümkün olsa nereye geldiklerini bilemezler, bildikleri zaman da bizi dinlene dinlene döverler herhâlde.

Bir de ‘aynen’ kelimesi türedi ki herkesin ağzında: ‘Geldin mi?’ diyorsun cevabı ‘Aynen.’, ‘Gidiyor musun?’ diyorsun, cevabı ‘Aynen.’ ‘Hasta mısın?’, ‘Aynen’, ‘İyi misin?’, ‘Aynen..’ Böyle beş-on kelimemiz daha olursa yandık… Bilgisayarda gençlerin birbirine yazdıklarını veya yazmadıklarını daha söylemedik.

Yağmur Tunalı Ağabey, sayfasına Ârif Nihat Asya’dan bir dörtlük koymuş. Ârif Nihat Asya Eskişehir Atatürk Lisesi’nde bir yıl üç ay yedi gün öğretmenlik yapmış ya, herhalde o dönem yazmış.

‘Hülya dolu Porsuk’un güzel kızları var…

Sessizleri, eşsizleri, yalnızları var…

Akşam beni bekleyin!’ dedim… gördüm ki Akşamları beklemez sabırsızları var.’

Biz de Eskişehir’de doğduk, büyüdük ve hâlâ yaşıyoruz ya, şöyle yazdım altına:

‘Sen kalk yıllarca Eskişehir’de yaşa, akşama kadar nasipsiz dolaş dur. Denk gelmesi için Ârif Nihat Asya olmak lâzım demek ki?’ Eskişehir için yazdığı bir başka rûbâi de şöyle:

‘Nazarda dilek vardı, edalarda sihir

 Sevdim seni her şeyinle Eskişehir.

Gül gül tüten akşamla ne şahaneydi,

Ufkunda duman dağları, koynunda nehir.’

Koynundaki nehir Porsuk’tu ama ufkunda duman olanlar da inanıyorum ki köyümün dağları idi.

Rahmetli babam köyden merkeplerle şehre dut satmaya geliyormuş. ‘Köprübaşına yaklaştığımızda mis gibi ekmek kokusu gelirdi fırından. Pazar ekmeğini alır, köy ekmeğine katık yapar öyle yerdik.’ diyordu.

Âşık Pervanî (İsmail Çelik) Ağabey Artvin Yusufeli’nden gelip Eskişehir’de fırıncılık yapmıştı. Pervanî Ağabey’e ekmeklerin, simitlerin şimdiki hâlini sormuştum ‘Mayalarımız bozuldu.’ demişti kısaca.

Yemek koyduğumuz çinko, bakır, toprak kaplarımız da yoktu artık. 

Kullandığımız kozmatik malzemeler yüzünden gökyüzüne delik açmıştık. Gökleri uydu çöplüğüne döndürmüştük.

‘Unuttuk ekmeğin, unun hasını

Melâminden yaptık çorba tasını 

Şükür deldik ozon tabakasını

Gökyüzünde gezen cisimlere bak…’

Unumuzu eleyip duvara astığımız eleklerimiz, kalburlarımız, gözerlerimiz vardı. Elekçi karısı gibi gezenlerimiz de olurdu.

Elediğimiz unun kepeği, eleğimizin üzerinde kalırdı ama her üstte kalan alttakinden değerli olmazdı.

Dersini çalışanlara ‘inek’ demeye başladık. Çalışmayı adeta suç hâline getirdik. İnek kelimesinin yanma bizim için önemli bir kelimeyi, ‘Şaban’ı ekledik.

Kastamonu’da Hacı Şaban-ı Veli vardı bizim kutup yıldızlarımızdan. Nasrullah Câmii de oradaydı.

Mehmet Âkif Ersoy, Kurtuluş Savaşı yıllarında burada vaaz vermiş, İstiklâl Marşı TBMM’de kabul edildikten sonra ilk defa burada okunmuş. Ârif Nihat Asya da o yıllar Kastamonu’da imiş. Orhan Şâik Gökyay da Kastamonu doğumlu. Burada berâber Mehmet Âkif Ersoy’la tanışmışlar.

Düşünenlere de ‘hindi’ dedik. Düşünmek ve çalışmak iyi şeyler değildi yâni.                               Gezmek, eğlenmek daha revaçtaydı.

Gökyüzünde gezen yıldızlarımız vardı. Ama atalarımızın ‘Demir Kazık’ dedikleri Kutup Yıldızı sâbitti. Etrafında saman taşırlardı, gide gele Samanyolu’nu yapmışlardı.

Ama Sitare’nin yeri ayrıydı. Dilâver Cebeci Ağabey o muhteşem Sitare şiirinin bir yerinde şöyle diyordu.

‘Seninle konuşurken Sitare

Aklıma yıldızlar dökülüyor

Bir çâresiz Zühre oluyorsun Babil caddelerinde

Ateş gözlü kâhinler koşuyorlar arkandan

Binlerce meşalenin ışığı kımıldıyor saçlarında

Gökyüzü salkım salkım’

Sonra biz yıldızları ‘star’ hatta pop star bile yaptık. Sonra da sahnelere bırakıverdik. Göklerde sonsuzluk vardı, yerde sınırlar. Biz de bakışlarımızı ‘star’lara çevirdik.

Televizyonlar, sahneler vıcık vıcık bunlarla doldu. Mantar gibi yerden bittiler. Birini daha tanımadan başka starlar yerlerini alıyordu. 

Bunların kim olduğu, kiminle olduğu, ne yaptıkları, nerede gezdikleri çok önemliydi. Açıktan kameralar, gizliden kasetler iş yapıyordu. Neredeyse kaseti olmayanları yadırgamaya başlayacaktık.

Bunları da Ârif Nihat Ağabey’e söylemeliydik.

Çalışanlar inek, düşünenler hindi,

Yıldız ‘star’ oldu sahneye indi,

Tv’ler, kasetler çok moda şimdi,

Gel bir de verilen rüsumlara bak.

Evimiz sobalıydı, tonlarca Kütahya kömürü alır, zorluklarla bahçedeki kömürlüğe tenekelerle, çuvallarla taşır, bir türlü de ısınamazdık. Komşular da yardım ederlerdi birbirlerine. Çamaşır makinemiz, buzdolabımız, gazlı ocağımız yoktu. Bir gaz ocağımız vardı, annem beş kuruş verir tıkanan deliğini açmak için iğne almaya giderdim. Geçenlerde annem ‘Hinci yimek yapme ne va, dört gözlü ocakla va.’ diyordu. Suyu bahçedeki tulumbadan çekerdik. Kışın buz tutmasın diye suyunu kaçırır sonra da ihtiyaç olduğunda sobanın üzerindeki suyla yeniden çıkarırdık tulumbanın suyunu. Sofralarımızda mutluluğuna bağdaş kurardık. Ekmeğimizi bitirmediğimizde kızar ‘Elücünü pitir, sonra arkandan gelir.’ derdi. Biz de ekmek parçası üzülmesin, arkamızdan gelmesin diye yer bitirirdik. Yerdeki gazete parçalarını alır, yüksek bir duvardaki deliğe veya üzerine koyardık, yazılmışa saygımız vardı çünkü.

Çoraplarımız, elbiselerimiz yamalıydı. Çeşit çeşit iğnelerimiz, iplerimiz, dikiş yüzüğümüz vardı. Yorgan iğneleri ile yorganlarımızı giydirir, çatal iğneyle sevdiklerimizi tuttururduk. Yaratılanı yaratandan ötürü severdik.

Telefonumuz yoktu, televizyonumuz, bilgisayarımız yoktu. Hatta saat, radyo bile herkeste bulunamazdı. Sünnetlerde kol saati almak ayrıcalıktı.

Bizim köylü bir aile şehre gelip yerleşmiş. Kocaman bir çalar saatle radyo almışlar ellerine para geçince. Kadın bir gün oturmaya gitmiş, çalar saat ile radyoyu çantasına koymuş. Epey sohbetten sonra kadın çantasından kocaman çalar saati çıkarmış ‘Aaa açansın vakti gelmiş.’ demiş. Sonra da radyoyu açmış.

Şimdi bırakın radyoyu her odada, hatta mutfakta televizyon… Kişi sayısından fazla ‘cep telefonu’ var. Hepimiz az veya çok istediklerimizi alabiliyoruz, paramız var. Aile sayısı kadar otomobil.

Köylerde bile şimdi at, eşek, öküz, koyun, keçi, tavuk vs. kalmadı gibi. Televizyonda çalışan bir arkadaşım ‘Dizi yapacaktık koca Türkiye’de öküz bulamadık.’ diye anlatmıştı.

Yazın tâtil yerleri, sâhil kenarları, kışın kayak yapılan yerler dolu. 

Yamalı elbiselerimiz, çoraplarımız, sobamız yok. Hattâ yama yapabilecek, soba yakabilecek insanlarımız da çok az. Elektrik, doğal gaz kesilirse inşallah aç kalmayız, hasta olmayız. Hamur yoğurup ekmek yapabileceklerimiz vardır inşallah.

Bir tanıdığım kredi kartı borcunu ödeyememiş, ne borcu diye sorunca yaz tatiline gittiğini söylemişti. Sonra da eşten dosttan aldığı paralarla kışın kar yağarken yazın serinlediği tatilin borçlarını terleye terleye ödemişti.

Bunları da söylemek lazımdı.

Kimse sormuyor ki evvel ne idim.

Kışın Uludağ var yazın Didim  

Sâdâbat ararız hepimiz Nedim

Yanımızda gezen hısımlara bak

Ebcet, harflere birer sayı olarak değer verilerek yapılan çalışmalardı. Meselâ Elifti, Be:2, Cim:3, Dal:4, Vav:5, Ye:10, Kef: 20, Kaf lOO, Rı:200 vs. gibi.

Han, çeşme, câmi gibi eserlerin yapıldığı târihleri, ölüm ve doğum târihleri, olayları vs. bu harfleri kullanarak ifâde edenler olmuştur. Ya bir mısranın, beyitin, dörtlüğün tamamını veya sesli-sessiz harflerinin veya bir kelimenin sayı değerlerinin toplamı bir târihi ifâde ederdi. Böylece o güne, yıla bir târih düşürürlerdi. Buna da ebcet düşürme demişler.

Ârif Nihat Asya’nın şiirlerinde de ‘ebcet düşürme’ çokça var. Servet Hanım’la evliliği için;

‘Ne şiirden ne şöhrettendir

  Mutluluk Ârif’e Servet’tendir’

Bu beyit ebcet hesabıyla evlilik târihleriydi. 1941.

Bizim ‘entel’lerimiz de var. Belki birkaç kitap okuyan, her şeyi bilen, konuşmalarının arasına üç beş yabancı kelime sokuşturan insanlar.

Gazetelerimiz eskiden yazı satarmış, şimdi resim satıyor.

Onları da söylemeliydik Ârif Nihat Asya Ağabey’e…

Enteller ‘her dilden anlarız’ der de,

Ebcet düşüreni ararlar yerde,

Yazı yok, kupon var gazetelerde,

Bir de bastıkları resimlere bak.

Beş Ocak Adana’nın kurtuluşuydu. Hatay 1938 yılında Atatürk’ün gayretiyle Türkiye’ye bağlanmıştı. 1938’de başlayan hadise 1939 yılında neticelenmişti. Bu yüzden 1940 yılının 5 Ocak’ı daha bir heyecanlı kutlanmalıydı. Bayrak şiiri bir 5 Ocak gecesi yazıldı, 5 Ocak’ta Adana’nın kurtuluşunda okundu ve Ârif Nihat Asya bir 5 Ocak’ta hakka yürüdü.

Yunus Emre’nin mezarı Eskişehir Sarıköy’de. Sakarya Nehri de bizim buralardan geçiyor. Hani Ârif Nihat Asya diyordu ya ‘Sen bu cilveyi Marmara’ya dökülecek gibi yapıp Karadeniz’e dökülen Sakarya’dan mı öğrendin a kız?’

İşte bir zat Yunus Emre’nin şiirlerinin olduğu bir tomarı buluyor, Sakarya Nehri’nin kenarına oturuyor, başlıyor okumaya. ‘Bu şeriata aykırı.’ diyor atıyor suya, bir şiir suya karışıyor. Bir başkası rüzgârın kanatlarında uçuyor. Böyle böyle şiirlerin üçte ikisi yele, suya karışıyor, o sırada bir beyte rastlıyor Molla Kasım.

‘Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.’

İrkiliyor Molla Kasım. İşte bundan sonraki şiirler bize diğerleri suya, rüzgâra, balıklara, kuşlara ait oluyor.

Beş Ocak ne? diye sorsan adama,

Bakâr yanındaki süslü madama,

Daha çok şeyleri söylerdim amma

Etraftaki Molla Kasım’lara bak…

Ne güzel hâtıraları var Ârif Nihat Asya’nın.

Cumhuriyetin Ellinci Yılı Şiir Yarışması’na Ârif Nihat Asya da katılmış. Şâirini göstermeden bir şiiri okutmuş Yavuz Bülent Bâkiler Ağabey, ‘Bu şiir Bekir Sıtkı’nın olmalı, çünkü söyleyiş onun söyleyişi, bu şiir benim şiirimden çok daha güzel bir şiir’ demiş ve ‘Benim şiirim beğenilirse Bekir Sıtkı’nın şiirine yazık olur. Burada önemli olan Cumhuriyete lâyık bir şiirin ortaya çıkarılmasıdır.’ Diyerek şiirini yarışmadan çekmiş.

Mesele Ârif Nihat-Bekir Sıtkı meselesi değildir.’ diyerek şiirini geri çekmiş.

Kitaplarını imzalarken kişinin, kitabın, günün adına, önemine göre yazarmış yazacaklarını.

Yeni çıkan bir kitabını imzalayacak; Halil Soyuer Ağabey’e ‘Burcun ne?’ diye sormuş Halil Ağabey, ‘Keçi burcu.’ demiş. Ardından da devam etmiş ‘Oğlaktı ama elli yaşından sonra oğlaklık mı kalır? Soranlara keçi burcundanım diyorum.’

‘Anladım.’ demiş Ârif Nihat, ‘Ben de kova burcundandım, şimdi o da fıçı olmuştur.’ Kitabı şöyle imzalamış; ‘Fıçı burcundan Keçi burcuna sevgiyle bir kitapçık daha.’

Eşi Servet Asya, bir röportajında şöyle demiş Emine Işınsu’ya: 

‘O törenlere… hani laf olsun diye bir kere dâvet etselerdi seni… Sen Ârif Nihat Asya’sın. Adanalıların sevgilisi, sen 5 Ocak’ın sevdalısı… Sen Bayrak şiirlerinin en güzelini Adana’da yazan, buyur bir kerecik, 5 Ocak törenine katıl deselerdi… Demediler. Hiç çağırmadılar Ârif’i. Bir şey söylemezdi ama ben bilirdim dâvet beklediğini için için… Hüzünlenirdi hep 5 Ocak’ta.’

5 Ocak 2022 târihi önemliydi, yâni Adana’nın Fransızların işgalinden kurtuluşunun yüzüncü yılı.

Adana’nın yetkilileri unutmuşlardır belki ama Adanalı arkadaşlar unutmamışlardı. Adana’daki on yedi sivil toplum kuruşunun temsilcileri kabri başına geldiler bu târihte.

Ârif Nihat Asya, Eskişehir Atatürk Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Biz de Atatürk Lisesi edebiyat öğretmeni Şenol Hoca ve iki talebesi Barış ve Ali ile Eskişehir’den Ankara’ya yola çıktık. Karşıyaka Mezarlığı’ndaki kabri bulduk. ‘Ne şiirden, ne şöhrettendir, / Benim mutluluğum Servet’tendir’ dediği eşi ile yan yana yatıyordu.

Bizden önce gelenler vardı, bizden sonra gelenler oldu. Tanıştık, görüştük. Adana ekibi de geldi. Duâlar edildikten sonra Mehmet Hayati Özkaya bir konuşma yaptı. Adana’dan getirdikleri toprakları mezarının üstüne koydular. Bizim gençler de Atatürk Lisesinden getirmişti bir avuç toprak. Ben de köyümden getirmiştim.

Biz Ârif Nihat Asya gibi güzel insanlardan feyz aldık.

Biz Türk milletiyiz. Kökümüz sağlam. Bâzen dallarımız çatırdıyor, mevsimine göre olmayan hadiseler yaşıyoruz ama ayaktayız şükür. İbn-i Haldun ‘Su nasıl suya benzerse milletlerin geleceği de geçmişine benzer’ diyor. Zulüm payidar olmaz. Adâlet bir şeyi hak ettiği yere koymaksa, Türk Milleti hak ettiği yerde olacaktır muhakkak. Gece, yerini nasıl olsa gündüze bırakacaktır. Vakit, olmak vaktidir. Ârif olan zâten anlar. Hani İstiklal Marşı şâirimiz diyordu ya;

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

En son bu kıtayla bitirelim;

Ârif’sin, bilirsin Hak zulmü yener,

Ay gelir, gün geçer, bu devran döner

Elbette sahnede son perde iner,

Asya’dan dal vermiş Âsım’lara bak.

Âsım’lar yollarda şimdi.   

Güneş nasıl olsa doğudan doğacak.

Değil mi efendim?

‘Aynen’ yok…

MEHMET ALİ KALKAN 1958 yılında Eskişehir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir’de, yükseköğrenimini Adana’da bitirdi ve inşaat mühendisi oldu. Evli ve iki çocuk babasıdır. Mesleğini icra ederken bir yandan da edebiyatla ve özellikle halk şiiriyle ilgilendi.. Abdurrahim Karakoç, Yavuz Bülent Bakiler, Yetik Ozan (Dr. Turgut Günay), Dilaver Cebeci, Feyzi Halıcı, Ârif Nihat Asya, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi şâirlerden etkilendi. Âşık Pervânî, Âşık Reyhânî, Âşık Mevlüt İhsânî, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık İmâmî, Âşık Cemal Divânî, Hüseyin Sümmanoğlu’nun çeşitli zamanlarda sohbetlerinde, programlarında bulundu. Kalkan’ın şiire başlamasında babası çok etkili olmuştur. Babasının ona bir saz hediye etmesi ile türkülere merakı daha da artmıştır. Karacaoğlan, Seyrani, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Emrah gibi âşıkları türküler aracılığıyla tanıyıp sevmiştir. Köyünde arkadaşlarıyla çobanlık yapması ve köyünün coğrafyasını detaylarıyla öğrenmesi de şiirlerini oluşturmasına yardımcı olmuştur. Tabiat, meyveler, hayvanlar, vatan sevgisi onun şiirlerine konu olmuştur. Şiir yazarken esin kaynağı olarak Türk kültürü ve tarihi ile ilgili okuduğu kitaplar ve kendi köyündeki coğrafya, yer adları, kültürel miras ögeleri etkili olmuştur. Şiirlerinde millî ve dinî konular da hâkimdir. Türk kültürü ve gelenekler, tarihî ve dinî olaylar; tabiat ve onun güzellikleri şiirlerinde görünen temalardır.
Önceki İçerikİyi İnsan Olabilmek
Sonraki İçerikGüvenilir İnsan Olmak
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.