Bu Cuma Ne Gördüm, Ne Düşündüm?

230

Mevsim, kış; buna rağmen hava güneşli ve ılık. Sıradan bir Cuma günü. Cami civarında bir olağan dışılık: Zabıtalar ve polisler. Her zaman gördüğümüz tiplerinden farklı kişiler, bir sağa bir sola bakıyorlar. Neler oluyor burada, diye birkaç dakika seyrettim ortamı. Siyah giyimli insanlarla birlikte siyah renkli arabaların sayısı da dakika dakika artıyor.

Cami avlusuna girdim, olağanüstülüğün sebebini sordum, yarı resmi kıyafetli birine. Şehrimize gelen Bakan Bey, Cuma namazı için bu camiye gelecekmiş. Mesele, anlaşıldı: Devletimiz buraya teşrif ediyorlar. İyi, güzel; devletimiz halkımızla aynı zamanı ve mekânı paylaşarak Yaratan’a kulluk borcunu yerine getirecekler. Ancak bu kadar abartılı tedbir gerekir miydi? Yoksa devletimiz kendini halkından mı koruyordu? Güvenlik, insanın kimyasını bozacak derecede. İnsan ve kaynak israfı, güven aşınması bu görünüşün adı.

Emekli bir arkadaşla sohbete başladık. İri, siyah bir araba, boş olduğu halde, yanımızda zınk diye durdu. Kaçmasaydım ezilecektim. Arkadaşım, “Senin makam araban geldi.” dedi. Ona, musalla taşını gösterdim, “Benim makam arabam bir gün oraya gelecek.” dedim. Sustu, tebessüm etti.

Camiye o gün, biraz erken gitmiştim. Cami tenhaydı. Orta bölge özellikle boş bırakılmış gibiydi. Ön sırada kendime yer buldum. Sünnet kılındıktan sonra dönüp arkama baktım. Bakan Bey’le Vali Bey’in yan yana, farz namazına kalktıklarını gördüm. Etrafındaki korumalardan biri Vali Bey’e bir şeyler fısıldıyordu. Cuma’nın iki rekâtlı farzı kılındı, geriye bir daha baktığımda caminin orta kısmının birden boşaldığını fark ettim. Devletim, ibadette sadece farzları yapıyor demek ki, diye geçirdim içimden. Dışarıda ifa edilecek farzların, içerideki sünnetlerden daha mühim olmadığını iddia edecek değilim.

Namık Kemal ne demişti? “Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet? Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!” (İşkence ve zulüm ile hürriyeti kaldırmak mümkün değil, gücün yetiyorsa çalış, insanın düşünme yeteneğini insanlıktan kaldır.) Zihin bu, boş durmaz, insan zaten düşündüğü için beşer olmaktan kurtulup insanlığa terfi etmiş değil mi?

Bir insan olarak, ben de fincancı katırlarını ürkütecek düşünceler ürettim. Suç işlediysem bu bana değil, zihnime ait. Belki de insan olmanın suçu.

İmam, minberde imanın güzelliğinden ve gereğinden bahsetti. Metafizik konu, aynı zamanda bireysel. Halbuki minberde kim olmalıydı? Devlet olmalıydı, Cuma namazını da devletimin temsilcisi kıldırmalıydı. Cami, sosyal hayatın merkezinde yer alır. Cuma, inanların bir araya gelip dertleştikleri, konuştukları, sorunlarına çözüm ürettikleri, sosyal içerikli bir gündür. Minber de toplumsal konuların, yaşanılan bölgedeki sorunların konuşulduğu sosyal bir makamdır. Minber, sosyal olduğu kadar, siyasi bir makamdır. Siyaseti sosyal olaylardan ve olgulardan ayırmak zaten mümkün değil. Bahsettiğim, particilik anlamında değil, sosyolojik siyasettir. Yerel veya genel, yaşanan her türlü sıkıntı veya sevinç, birer sosyal vakadır, siyaset konusudur.

Halk; dinamik yapıya, ortak ülküye sahip olduğu müddetçe millet vasfıyla ayakta kalır. Milleti oluşturan bireyler birbirine güvenir, dayanışma içinde olur. Milletlerin efendisi, sahibi olunmaz; hizmetçisi olunur. Yöneticiler, hizmet ve temsil yeteneğinin yüksekliği oranında güçlüdürler, saygındırlar. Geçmiş ve geleceğe yönelik değer ve hedefleri paylaşan liderler, milletinin gönlünde yer alabilir. Zor zamanlarda millet olma niteliğini güçlü şekilde gösteren halkımızın bir araya geldiği Cuma ve Bayram günlerinde devleti temsil eden liderlerin veya onların illerdeki, beldelerdeki temsilcilerinin halkıyla kaynaşması, minberde kendilerine hitap etmesi, öne geçip namaz kıldırması, tahminimizin ötesinde bir sinerji oluşturacak; bu anlayış ve yönetim tarzı, milletimizde beklenenin üzerinde doping etkisi yapacaktır.

Hanımlar, “Kabul Günü” diye bir şey icat etmişler. Bu günlerde bir araya gelip dertleşiyorlar, ev sahibi misafirlerine ikramlarda bulunuyor, varsa sorunlarına çözüm üretiyorlar. Aynı zamanda hasret gideriyorlar. Cuma günü de devletin “Kabul Günü” olsa fena mı olur? O günde devletin temsilcileri, halkıyla kaynaşsa, halkın taleplerini dinlese, halkını yapılan işler konusunda bilgilendirse, ona hesap verse ne güzel olur. Bu tekliften kimsenin korkmasına, rahatsız olmasına, buna karşı çıkmasına da gerek yok. Paylaşılan kederler azalacak, sevinçler artacaktır. Toplumların en büyük gücü, fertlerinin birbirine olan güvenleridir, yekvücut olmasıdır. Bazı belediyelerin, seçim sonrası göstermelik başlattıkları, bir süre sonra yapmaktan vazgeçtikleri “Halk Günleri”nden bahsetmiyorum. Devletin “Kabul Günü”, geleneksel hale getirmeli, sosyolojik ritüel olmalıdır.

Yangın, kıvılcımla başlar. Kelebeğin kanat vuruşu, bazen okyanustaki dalgaların ilk adımıdır. İyilik bulaşıcıdır, güzellik yayılma yeteneğine sahiptir. Bir ilçedeki kaymakamın, bir ildeki valinin veya daha üst düzeydeki bir yöneticinin başlatacağı böyle bir uygulama, yarınlardaki güçlü Türkiye’nin verimli tohumu olacaktır. Öküz altında buzağı aramanın anlamı yok.

Bir Cuma düşüncesi olarak kayda geçsin istedim. Güzelliği yapan, kazanır; buna karşı çıkan kaybeder. Sesiz kalan, karpuz gibidir; karpuz, yata yata büyür ve çürür.

Kadir Durgun

Kadirdurgun1957@gmail.com https://youtu.be/1X6MBA8_fD0