Hayat; başı sonu olmayan Ezelî, sonsuz İlâhî kudretin en
büyük, en ince ve en acip, tuhaf, hayret edilen bir mu’cizesidir.
Benzerini
yapmaktan, insanların âciz kaldığı İlâhî bir Yaratımdır. Bütün nimetlerin en
üstünüdür.
Mebde / ilk
yaratılışın, dünyaya ilk gelişin yani başlangıcın ve mead / dönülecek yerin,
yani âhirette yeniden dirilişin bürhan ve delillerinden ve bunların en zahir /
en açık ve en âşikâr olanlarındandır.
Hayat çeşitlerinin
en aşağı, en basiti; toprakta biten, yetişen her türlü bitki hayatıdır.
Bitkisel hayatın
başlangıcı ise çekirdek, tohum ve tanede; hayat ukdesi denen hayat düğümünün
uyanıp açılmasıdır.
Bunun keyfiyet,
nitelik ve nasıl olduğu; o kadar açık, umumî / genel ve ülfet ettiğimiz /
alıştığımız bir gerçek olduğu hâlde; Hz. Âdem zamanından şimdiye kadar insanın
bilgi, anlayış ve felsefesinden gizli kalmıştır.
İşte varlığını
bildiğimiz, fakat mahiyet ve içyüzüne vâkıf olamadığımız hayat; bir bakıma çok
açık, diğer bakımdan çok meçhul bir keyfiyet arzetmekte.
Hayatı olmayan bir
cisim, en büyük bir dağ bile olsa yalnızdır, yetimdir; mekânından başka bir
şeyle münasebeti yoktur.
Fakat bal arısı
gibi küçük bir cisim; hayata mazhar olduğu, hayat eseri gösterdiği, yani canlı
olduğu, hayat emaresi kendisinde belli olduğu, hayatla / canlı oluşla
şereflendiği için, bütün kâinat ve evrenle ilişki içine girer. Onlarla
münasebette bulunur.. Her şeyle alışveriş yapar. Hatta: “Kâinat benim
mülkümdür, benim yerimdir.” diyerek kâinatın her tarafına gider. Hasse ve
duyularıyla tasarruf eder. Onlarla bağlantı kurar, onlarla ilgilenir. Kısaca,
tüm varlıklara karşı bir yakınlık duyar.
Özellikle insanda
en yüksek dereceye çıkan hayat; aklın nuruyla, yani aklındaki ilim ve
ma’rifetle âlemleri gezer. Cismanî âlemde tasarruf eder gibi, ruhanî âlemde
bile dolaşır. Misal âlemine; yani görüntüler âlemine, dünyadaki işlerin
görüntülendiği ve gözlendiği, ruhların bulunduğu âleme seyahat eder.
Kendisi o âlemleri
ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruh aynasında cisimlenmekle;
ziyaretini iade etmiş gibi olurlar. Hatta insan: “Bütün kâinat ve âlem; tüm
içindekileriyle beraber, Allah’ın fazlıyla benim için halk olunmuş /
yaratılmıştır.” diyebilir.
İnsan hayatı; her
biri çok tabakaları şâmil / kapsayıcı olan maddî, ruhanî, manevî ve cismanî
hayatlar gibi bir çok çeşitlere ayrılır ve bu şekilde yayılır ve genişler.
Işık; renk ve
cisimlerin görünmesine sebep olduğu gibi, hayat da; var olan canlı cansız her
şeyi keşfeder. Üstelik onların zuhur sebebidir. Yani görünmelerinin,
belirmelerinin, ortaya çıkmalarının da nedenidir.
Evet, hayat bir
zerreyi / en küçük parçayı, molekül ve atomu bir küre gibi yapar. Hayat sahibi
olanların yani canlıların her biri: “Âlem benimdir.” diyebilir. Bununla
beraber, aralarında birbirine engellik ve zahmet verme gibi hususlar söz konusu
değildir. Birbirine sıkıntı vermek ve birbirleriyle tartışmak; yalnız insanlara
mahsus bir özelliktir.
Evet, hayat çok
büyük bir nimettir. Camit / ruhsuz, cansız madde ve dağınık bazı zerrelerin
birdenbire bir vaziyet ve durumdan
çıkıp; makul / aklî bir sebep olmadığı hâlde, başka bir vaziyet ve
duruma girmeleri; Sâniin / sanatlı olarak yaratan Allah’ın vücud ve varlığına
zahir / apaçık bir delildir.
Hatta, hayat;
hakikat ve gerçeklerin en eşrefi / en şereflisi, en temizidir. Hiçbir cihet ve
sebeple cimrilik ve pintiliği ve çirkin bir lekesi yoktur. Hayatın dışı da, içi
de, her iki yüzü de lâtif, yumuşak, tatlı ve hoştur.
Hatta en küçük,
ufak ve değersiz bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat
ile Kudret arasında zahirî / görünürde bir sebep araya girmiyor. Hayata bizzat
Kudretin teması, O’nun izzet, itibar ve şerefine aykırı olmuyor. Halbuki ufak
ve değersiz işlere Kudretin zahiren / görünüşte teması görünmemesi için, zahirî
sebepler vazedilmiş / konulmuştur.
Demek hayat’ta
cimrilik, pintilik yoktur. İşte bundan anlaşılır ki, hayat Saniin / her şeyi
san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın vücuduna en açık bir delil, bürhan ve
hüccettir.
Aynı şekilde en
basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılâp, tahavvül ve değişmelere dikkatle
bakılırsa görünür ki, zerre ve atomlar âlemindeki zerreler, unsurlar âlemine;
yani toprak, hava, su ve ateşe intikal edince / onlarla yer değiştirince başka
suretlere girerler.
Doğuşlar âlemi,
doğum âleminde başka suretlere dönerler. Nutfede / döl suyunda başka vaziyet
alırlar; sonra alaka / kan pıhtısı olur, sonra mudga / bir çiğnem et parçası
olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar.
Bu kadar hayret
verici değişimler, şaşırtıcı dönüşümler esnasında zerreler / atomlar öyle
muntazam hareketler ve belirli kanun, kural ve esaslar üzerine cereyan ederler
ki, sanki bir zerre, meselâ zerreler âleminde iken vazifelendirilmiş, meselâ
bir şahsın gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hâli, bu
vaziyeti, bu intizamı / düzen ve düzenliliği gören bir zihin, tereddütsüz
hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet / İlâhî gaye, gizli sebep ve
fayda altında gönderilir.
İşte atomların,
hayata mazhar olmaları / hayatı gösterecek bir durum almaları; hayata ulaşmak
ve şereflenme için geçirdiği bu kadar acip ve garip tavırları; insana, ikinci
bir hayatın, bu hayattan daha kolay ve daha sade olduğuna dair bir fikir ve
kanaat verir.
İşte hayatın;
mebde / başlangıca ve meada / dönülecek yere / âhirete delil olduğu bu
hakikatlerden de iyice anlaşılmış oluyor.