Deprem Düşünceleri

104

     Zelzele, deprem ve
yer sarsıntılarının oluşmasında, şüphesiz bir çok zahirî / görünür ve maddî
sebepler var. Yer altındaki kırılmalar ve bu kırılmaların zaman zaman, tekrar
ve tekrar harekete geçmeleri gibi. Bâtınî / iç ve mânevî sebeb ise, bunların
Müsebbibü’l-Esbâb / Sebeplerin Sebebi olan Allah tarafından, bizzat İlâhî emri
mucibince sebepleri harekete geçirmesidir. Nitekim âyet der:

   “Ne zaman ki yer
müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır.
Ve insan ‘Ne oluyor bana?’ der. O gün yeryüzü, üzerinde herkesin ne iş
yaptığını haber verir. Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir.” (Zilzal, 1-5)

    Ve küre-i arz /
dünya, vahiy ve ilhama mazhar olarak, O’nun emri altında, hareket ve
zelzelesiyle deprenmeye ve titremeye başlar.

     Fakat insan, bu
büyük zelzelenin maddî musibetinden daha elîm, daha vahîm; manevî bir musibete
uğrar! Zelzelenin devamından gelen korku ve meyusiyet; ekser halkı ekser
memlekette gece istirahatinden mahrum eder. Halka dehşetli bir azab verir! Bu
nedendir diye sormadan edemiyor insan.

     İslâmiyet merkezi
olan bu mübarek yurdumuzun her köşesinde; her türlü yolsuzlukların yapılması,
İslâmî ahlâka aykırı çeşitli eğlencelerin ayyuka çıkması, nahoş ve nefsi harama
tahrik edici müziklerin çalınması ve her taraftan işittirilmesi gibi hususlar;
bu korku azabına yol açtı. Bu durum şöyle bir soruyu akla getiriyor: Niçin bu
semavî / göksel tokatlar; Müslüman olmayan ülkelerin başına gelmiyor da, bu
biçare Müslümanların başına iniyor?

     Çünkü büyük
hatalar ve cinayetler ertelenerek büyük merkezlerde, küçücük cinayetler hemen
küçük merkezlerde verilir. Bunun gibi, mühim bir hikmete binaen; ehl-i küfrün /
kâfirlerin cinayetlerinin büyük bir kısmı, Haşrin Büyük Mahkemesi’ne tehir
edilir. Ehl-i imanın / Müslümanların hatalarının cezası ise, kısmen bu dünyada
verilir.

     Evet, mensuh /
nesh edilmiş / hükümden kaldırılmış ve tahrif edilmiş / bozulmuş bir dini terk
etmekle; hak ve ebedî ve kabil-i nesh / hükümden kaldırılması mümkün olmayan
bir dine ihanet etmek aynı şey değildir. İkincisinin yani Hak dinin rotasından
çıkışı; gayretullaha / Allah’ın dinî hassasiyetine dokunduğundan, zemin
şimdilik onları bırakıp, bunlara hiddet ediyor.

     Yine akla geliyor
ki: “Bazı şahısların hatasından gelen bu musibetin, aynı zamanda bir memlekette
umumî şekle girmesinin sebebi nedir?”

     Umumî / genel
musibet, ekseriyetin / çokluğun hatasından ileri gelir! Üstelik ekser nas /
insanların çoğu, o zalim şahısların hareketlerini; davranışlarıyla gerekli veya
uygun görür! Onlara katılır! Onlara taraftar olur! Manen onlara iştirak eder!
Yanlarında yer alır! İşte bütün bunlar umumun / herkesin musibete uğramasına
sebebiyet verir!

     Madem bu zelzele
musibeti; hataların neticesi ve günahların kefareti ve örtücüsüdür. Masumların
ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Allah’ın adaleti buna nasıl
müsaade eder?

   “Bir bela, bir
musibetten çekinin ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları
da yakar.” (Enfâl: 25)

     Âyet demek ister
ki, bu dünya bir tecrübe ve imtihan meydanıdır. İmtihan ve teklif gerektirir
ki: Hakikatler perdeli kalsın. Ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler en
yüksek dereceye çıksınlar, Ebu Cehil’ler en aşağı dereceye düşsünler. Eğer
masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar; Ebu Cehil’ler, aynen Ebu
Bekir’ler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki / manevî ilerleyiş ve
yükseliş kapısı kapanacak ve teklif sırrı bozulacaktı.

     Madem mazlum;
zalim ile beraber musibete düşmek; Îlahî hikmetin gereğidir. Acaba o biçare
mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

     O musibetteki
gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi / tecellisi var. Çünkü o
masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olur. Bâkî bir mal hükmüne
geçer. Fânî hayatları dahi bâkî bir hayatı kazandıracak derecede, bir nevi şehadet
/ şahitlik hükmünü alır. Nisbeten az ve muvakkat / geçici bir meşakkat ve azap
vesilesiyle, büyük ve daimî bir kazancı / getiriyi kazandırır. İşe bu bakımdan
zelzele; onlar hakkında gazap içinde bir rahmettir.

Önceki İçerikDepreme Dair Notlar
Sonraki İçerikÖtüken Neşriyat’tan Muhteşem İki Eser
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.