Oğuz Çetinoğlu: Cenâb-ı Allah;
orucun içeriğini, zamanını, kimlerin kazaya bırakabileceğini ve oruç tutulan
günlerin gecelerinde bu ümmet için helal kıldığı şeyleri, arka arkaya dört
ayette açıklamış ve sınırlar koymuştur. Bu sınırların aşıldığı görülüyor.
Anlaşılmama durumu mu söz konusudur?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Tasdik, Nesh ve Tahrif konularında
sınırların aşıldığı görülüyor.
Çetinoğlu: Bu terimleri açıklamanız
mümkün mü?
Prof. Bayındır: Tasdik, nesh ve tahrif terimleri, Kur’an’ı anlama,
anlatma ve önceki ümmetlerle iyi ilişkiler kurma açısından çok önemlidir. Ancak
bu konularda sınırların aşılmış olması, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasını
engellediği gibi diğer ümmetlerle ilişkileri de bozmuştur.
Tasdik, sıdk kökünden, birinin
sözünü onaylama anlamındadır. Allah, nebîlerinden her birine kitap ve hikmet
vermiş ve onlardan söz almıştır:
“Allah nebîlerinin her birinden kesin söz
aldığında şöyle demiştir: ‘Size Kitap ve Hikmet veririm de daha sonra elinizde
olanı tasdik eden bir elçi /bir kitap gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve
destek olacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü yüklendiniz mi?’ Onlar:
‘Kabul ettik!’ demişlerdir. Allah: ‘Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de
şahidim.’ demiştir.” (Âl-i İmran 3/81)
Hikmet, bir âyetin diğer
Âyetlerle nasıl açıklandığı gösteren ve bütün ayrıntıları Allah’ın kitaplarında
yer alan yöntem ilmidir.
Çetinoğlu: Hangi âyetle
bildiriliyor?
Prof. Bayındır: “Onlara, bir ilme göre, ayrıntılı olarak
açıkladığımız bir Kitap getirdik. O, inanan ve güvenen bir topluluk için bir
rehber ve bir ikramdır.” (A’râf 7/52)
Hikmet, Allah’ın kitabından doğru
çözümler üretmenin tek yoludur. Allah, birçok âyette, bütün nebîlerine kitap ve
hikmet verdiğini bildirmiş ve her yeni kitabın, öncekileri tasdik etmesini, ona
inanmanın şartı saymıştır. İndirdiği son kitap olan Kur’ân’ın özelliğini ve
hedeflerini de şöyle açıklamıştır:
“İndirdiğimiz bu Kitap
bereketlidir, önünde bulduğu şeyi tasdik eder. Bunu indirmemizin sebebi, bütün
yerleşim yerlerinin merkezini (Mekke’yi) ve onu çevreleyen alanlardaki herkesi
uyarmandır.” (En’am 6/92)
Çetinoğlu: Âyette geçen “önünde
bulduğu şeyi tasdik eder” ifadesi, “önünde bulduğu ilahi kitaplar” ifâdesini
nasıl anlamamız gerekiyor?
Prof. Bayındır: Bunlar, Kur’ân’dan önce inen ve insanların elinde
olan ilahî kitaplardır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Geçmişinde uyarıcısı olmayan tek
bir toplum yoktur. (Fatır 35/24)
Dünyada ilahî kitap olarak
bilinenler Tevrat ve İncil’den ibaret değildir. Kur’ân, Zerdüştleri ve
Sabiileri de kendine kitap verilenler arasında saymıştır. Bir âyet şöyledir:
“Bu müminler, Yahudi, Sabiî,
Hıristiyan ve Mecusi olanlar bir de müşrikler var ya; Allah (mezardan) kalkış
günü onların arasını ayıracaktır. Allah, her şeye şahittir.” (Hac 22/17)
Bu âyetten dolayı Sâbiîlik’in
kutsal kitabı Ginza ile Mecusîlerin kutsal kitabı Gathalar da tasdik açısından
incelenmelidir. Hinduların kutsal kitabı Vedalar ile Budistlerin kutsal
metinlerini ve bilmediğimiz ümmetlerin ellerinde olan kutsal metinleri de
tasdik açısından ele almamız gerekir. Bunları yaparsak Kur’an’ı bütün
toplumlara ulaştırmanın önünde bir engel kalmaz. Çünkü Allah Teâlâ, kitap
verdiği toplumlara şöyle seslenir:
“Ey kendilerine Kitap verilenler!
Sizin yanınızda olanı tasdik eder özellikte indirdiğimize (bu Kitaba) inanıp
güvenin, yoksa itibarınızı yok eder, sizi yüzüne bakılmaz hale getiririz veya
Cumartesi yasağını çiğneyen ahaliyi dışladığımız (lanetlediğimiz) gibi sizi de
dışlarız. Allah’ın emri daima yerine gelir.” (Nisa 4/47)
Allah, Mekke’de indirdiği En’âm
suresinin 83. âyetinden itibaren Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebînin adını saymış
ve şöyle demiştir:
“Onların babalarından,
soylarından ve kardeşlerinden de (nebiler) seçtik ve doğru yolu gösterdik.”
(En’am 6/87)
Âdem aleyhisselam hepsinin
babası, Muhammed aleyhisselam da onun soyunun son nebîsidir. Bu âyette kendine
işaret edilmedik tek bir nebî yoktur. Sonra Allah şöyle buyurur:
Onlar kendilerine kitap, hikmet
ve nebilik verdiğimiz kimselerdir… …Allah’ın kendilerine rehber (kitap) verdiği
kimseler onlardır; sen de onların rehberine uy!” (En’âm 6/89-90)
Bu emir Nebî’mize, Mekke’de
verilmiştir. O’nun önünde Tevrat ve İncil’den başka kitap yoktu. Kendine
indirilmemiş konularda onlara uydu ve namaz kılarken Kudüs’teki Beyt-i Makdis’e
doğru döndü.
Görüldüğü gibi Allah, bütün
nebîlerine kitap ve hikmet vermiştir. Nebî’miz de diğer nebîler gibi ümmetine.
Kitab’ı ve Hikmet’i öğretmiştir. Ne yazık ki Müslümanlar, hikmeti unutmuş,
ilahi kitap sayısını da dört ile sınırlandırmışlardır. Daha sonra görüleceği
gibi tahrif kavramı da tahrif edilerek Müslümanlar, o üç kitabın da tahrif
edildiğine inandırılmış ve böylece kendilerine kitap verilen toplumların
Kur’an’a inanmaları engellenmiştir.
Çetinoğlu: Nesh konusunu da
açıklar mısınız?
Prof. Bayındır: Nesh bir metinde olanı harfi harfine yazarak yeni
bir metin oluşturmaktır. Birincisi ana nüsha diğeri de ondan yazılan ve onun
yerine geçen nüshadır. Türkçede buna istinsah etme denir. İkinci nüshayı yazan,
birinci nüshanın yazarı ise onun büyük bir bölümünü aynen aktarır. Bazı ekleme
ve çıkarmalar yaparak artık birinci nüshanın dikkate alınmamasını ister. Allah
Teâlâ da kendi kitabını nesih konusunda bu kuralı uygulamış ve şöyle demiştir:
Bir âyeti nesh eder veya
unutturursak, yerine ya daha hayırlısını ya da mislini getiririz. Bilmez misin,
Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Bakara 2/106)
Allah Teâlâ, son kitabı Kur’an’ı,
önceki kitapların yerine koyduğunu şöyle açıklamıştır:
“Gerçekleri içeren bu Kitabı
sana, önceki Kitapları tasdik edici ve koruyucu özellikte indirdik. O halde
aralarında Allah’ın indirdiği (Kitap) ile hükmet. Sana gelen doğruları bırakıp
onların arzularına uyma.” (Maide 5/48)
Kur’an’ın, önceki kitapları
misliyle yani aynı hükümleri içeren âyetlerle nesh etmesi, hem onları tasdik
etmesi hem de koruma altına almasıdır. Hayırlısı ile nesh ise yalnız onda olan
öncekilerde olmayan, kolaylaştırıcı hükümlerdir. Bu sebeple Kur’an’da, nesh
edici konumda olmayan tek bir âyet yoktur. Hayırlısı ile nesihin sebebi şöyle
açıklanmıştır:
“Sizden (siz nebilerden) her
birine bir şeriat (kitap) ve bir yöntem (hikmet) verdik. Allah’ın tercihi
farklı olsaydı sizi tek bir toplum (tek bir nebînin ümmeti) yapardı. Oysa
verdiği şeylerle sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için (böyle yaptı).
Öyleyse (tartışma yerine) iyi işlerde yarışın. (Mahşer günü) Hep birlikte
Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz. Anlaşmazlığa düştüğünüz konuları size, o
zaman bildirecektir.” (Mâide 5/48)
Bunun bir örneği, kıblenin önce
Beyt-i Makdis’e sonra tekrar Kâbe’ye çevrilmesidir. Bu, Yahudi ve Hıristiyanlar
için zor bir imtihan olmuştu. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yönelmekte olduğun kıbleyi
(Beyt-i Makdis’i), sırf resul/elçi olarak getirdiklerine uyan ile ona sırt
çevireni bilelim diye yaptık. Bu, Allah’ın doğru yolda olduğunu
onayladıklarının dışında kalanlara pek ağır gelir. Allah, (Kâbe’nin tekrar
kıble olacağına olan) inancınızı boşa çıkaracak değildir. İnsanlara pek
şefkatli ve iyiliği bol olan Allah’tır.” (Bakara 2/143)
Âyetin ilk cümlesi, Kudüs’teki
Beyt-i Makdis’in, sırf kendilerine kitap
verilenleri denemek için kısa bir süre kıble yapıldığını gösterir. Bunun böyle
olduğunu, Yahudi ve Hıristiyanlar biliyorlardı.
Çetinoğlu: Nereden biliyorlardı?
Prof. Bayındır: Bunu, şu âyetlerden öğreniyoruz:
“(Ey Nebî) Artık yüzünü Mescid-i
Haram tarafına çevir! Nerede olursanız olun, (namazda) yüzünüzü onun tarafına
çevirin! Kendilerine kitap verilenler iyi bilirler ki bu, Rablerinin
(Sahiplerinin) gerçek hükmüdür. Yaptıkları hiçbir şey, Allah’ın dikkatinden
kaçmaz.
Kendilerine Kitap verilenlere
bütün âyetleri (delilleri) getirsen senin kıblene uymazlar. Sen de onların
kıblesine uyacak değilsin. Onlardan biri, diğerinin kıblesine de uymaz. Sana
gelen bu bilgiden sonra olur da onların isteklerine uyarsan, yanlış yapanlara
karışır gidersin.” (Bakara 2/144-145)
Kur’ân’ın büyük bir kısmının
önceki kitapları misliyle, bir kısmının da daha hayırlısı ile nesh etmesi,
onun, Allah’ın son kitabı olmasının olmazsa olmaz şartıdır. Ancak birçok Kur’an
kavramı gibi nesih de tahrif edilmiş ve insanlar Kur’an’dan uzaklaştırılmışlardır.
Çetinoğlu: Bir de tahrif
konusunda var.
Prof. Bayındır: Tahrif harf
kökündendir. Arap dilinde harf, kenar, köşe ve sınır anlamlarına gelir. Sözü
tahrif, iki tarafa yüklenebilecek anlamı bir tarafa çekmek ve kinayeli
konuşmaktır. Yapılan şey, sözün akışına uygunsa tahrif olmaz. Allah Teâlâ
tahrifi, şu âyette açıklamıştır:
“Kimi Yahudiler kelimeleri tahrif
ederek: semi’nâ ve asaynâ” = dinledik ve sıkı sarıldık /dinledik ve isyan
ettik, isma’ ğayre musmain” = Sana “dinle!” demek haddimize değil ama lütfen
dinle! /Dinlemezsin ya, dinle! Bir de râinâ” = bizi gözet /birbirimizi
gözetelim /bizi güt!” derler. Bunu dillerini sivriltip dine saldırma maksadıyla
yaparlar. Eğer bunların yerine isma= bizi dinle!” semi’nâ ve ata’nâ = Dinledik
ve içten boyun eğdik”, bir de unzurnâ = bizi gözet” deselerdi elbette daha iyi
ve daha doğru olurdu. Ama (âyetleri) görmezlikte direnmeleri sebebiyle Allah
onları dışladı (lanetledi). Artık onların pek azı inanıp güvenir.” (Nisa 4/46)
Çetinoğlu: Açıklamalarınızı detaylandırmak,
teferruatlı açıklamak mümkün mü Hocam?
Prof. Bayındır: Birinci cümle: semi’nâ ve asaynâ”dır. Bu cümlenin
bir anlamı “dinledik ve sıkı sarıldık” diğeri ise “dinledik ve isyan ettik”
şeklindedir. Çünkü birbirine zıt iki anlama gelir. Biri isyan, diğeri de
değneğe sarılır gibi sarılmaktır.
Şu âyette asâ kelimesi, değneğe sarılır gibi sarılma
anlamında kullanılmıştır:
Bir gün Tur’u tepenize kaldırarak
sizden kesin söz almış, “Size verdiğimize sıkı sarılın ve dinleyin!” demiştik.
Siz de “semi’nâ ve asaynâ/dinledik ve sıkı sarıldık!” demiştiniz. Oysa
(Kitab’ı) görmezlikte direnmeniz yüzünden buzağı tutkusu içinize işlemişti. De
ki “Kendinizi mümin sayıyorsanız, inancınız sizden ne kötü şey istiyor!”
(Bakara 2/93)
Bu âyette Allah Teâlâ “semi’nâ ve
asaynâ” sözünü, “Size verdiğimize sıkı sarılın ve dinleyin!” sözünün doğru
cevabı saydığı için asaynâ’ya “sıkı sarıldık” dışında bir anlam verilirse
âyetteki şu ifadenin bir anlamı kalmaz: “Kendinizi mümin sayıyorsanız,
inancınız sizden ne kötü şey istiyor!” Hem inandık ve sıkı sarıldık diyorsunuz
hem de buzağı tutkusundan vazgeçmiyorsunuz.
Çetinoğlu: Bu konu Tevrat’ta da
geçiyor mu?
Prof. Bayındır: Şöyle geçiyor: “(Musa) antlaşma kitabını alıp halka
okudu. Halk, «Şama’nû ve asînû = Rabb’in her söylediğini yapacağız, O’nu
dinleyeceğiz» dedi.” (Tevrat, Çıkış 24/3-7)
Bu âyette de görüldüğü gibi
“semi’nâ ve asaynâ” sözü = dinledik ve isyan ettik” dışında “dinledik ve sıkı
sarıldık” anlamına da gelir. Ama semi’nâ ve ata’nâ” “dinledik ve içten boyun
eğdik” dışında bir anlama çekilemeyeceğinden onu söylemeleri daha iyi ve daha
doğru olurdu.
İkinci cümle isma’ gayre musmain”
cümlesidir. “Gayre musmain” sözünün iki anlamı vardır, biri “lütfen dinle, sana
söz söylemek haddimize değil ama…” diğeri ise “dinle, söz dinlemez adam!”
şeklindedir.
Eğer sadece “dinle” anlamına
gelen, sma denseydi başka anlama çekilemezdi.
Âyetteki üçüncü cümle olan
râinâ”ya “bizi gözet” anlamı verilebilir. Ama kelime, bir işin birden çok özne
tarafından ortaklaşa yapıldığını gösteren mufâale/ kalıbında olduğu için ona
“birbirimizi gözetelim” anlamı da verilebilir. Muhammed aleyhisselamın Allah’ın
Elçisi sıfatıyla tebliğ ettiği sözler Allah’ın âyetleridir. Onları tebliğ eden
kişiye kimse, âyetlerin hükmü ile ilgili olarak: “birbirimizi gözetelim” diyemeyeceği için Yahudiler bu sözleriyle,
kinayeli olarak kendilerini Allah’ın Elçisi ile eşit gördüklerini ima etmiş de
olabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Elçinin çağrısını, birinizin
diğerine yaptığı çağrıyla bir tutmayın.” (Nûr 24/63)
Rasulullah’ın / Allah’ın
sözlerini taşıyan âyetlerin yanında seslerini kısanlar, yanlışlardan
korunmaları (takva) konusunda Allah’ın, kalplerini sınavdan geçirdiği
kişilerdir. Onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. (Hucurât 49/3)
Mufâale kalıbı, bir işi tek
başına yapma anlamında da kullanıldığından râinâ’ya “Bizi güt!” anlamı da
verilebilir. O zaman “bizi, hayvan güder gibi güt!” diyerek üstü kapalı bir
şekilde Allah’ın Elçisi’ni aşağılamış olurlar. râinâ yerine “unzurnâ” deselerdi
“bizi gözet” dışında bir anlama çekilemezdi.
Âyette yer alan, “… Bunu
dillerini bükerek ve dine saldırarak yaparlar” cümlesi Tahrîf için kötü niyetin
şart olduğunu gösterir.
Tahrif kavramına, Kur’an’daki
doğru anlam verilince Kur’an’ın önceki kitapları tahrif edilmiş sayması mümkün
olmaz. Ama maalesef ulema, hiçbir delile dayanmadan tahrife tebdil, yani önceki
kitapların metninin değiştirilmesi anlamını verdikleri için hem Kur’an’ın
önceki kitapları tasdiki unutturulmuş hem de Kur’ân âyetlerinde yapılan tahrifin
yani anlam kaydırmalarının üstü örtülmüştür.
Prof. Dr. ABDÜLAZİZ 1951’de 1993’te Eserleri: |