Bir Nebze Ruh

106

     İnsanın maddesi
çamurdan, mânâsı İlahî ruhtandır.

     Allah diğer
canlılardan farklı olarak, insana akıl ve irade vererek, kendi ruhundan
üflemiş.

     İnsanın Kıyamete
kadar sürecek olan serüvenini / maceralı dünya hayatını başlatmıştır.

     Evet, ruh; bebek
anne rahminde biyolojik sürecini devam ettirirken;

     Bu sürecin yüz
yirminci gününde; Allah’ın kendi ruhundan üfleyip yarattığı bir şeydir.

     Rabbin emrinden,
yani hikmetli işlerindendir.

     Rabbin sırlı ve
gizemli bir takdiri, hayat verici İlahî bir tecellîsidir.

     Ruh; ahsen-i
takvîm / en güzel bir beden ve şekil verilerek;

     Yeryüzünün
halifesi konumuna yükselmesi için, insanın cesedine üflenen İlahî bir nefestir.

     Öyle bir nefes ki,
İlâhî izzet ve inayete mazhar olan bir şuur ve bilinç ile de desteklenmiştir.

     Mahiyetini tam
mânâsıyla bilmiyor, bilemiyoruz.

     Çünkü Allah, onun
ilminden insana pek az bir şey vermiştir.

     Varlığını biliyor
fakat mahiyet ve içyüzüne akıl, sır erdiremiyoruz!

     Çünkü bir şeyin
mahiyetini bilmemek; varlığını inkâr etmeyi gerektirmez.

     Nitekim aklın da
mahiyetini bilmiyoruz. Ama bu onun varlığını inkâr etmemizi icap ettirmiyor.

     Zira, bir şeyin
varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek daha başka bir şey.

     Nice varlığını
bildiğimiz şeyler var ki, mahiyetinden haberimiz yok.

     “Ruh, insanın
hayat kaynağıdır. Her ne kadar görünmese de, varlığı inkâr edilmeyenlerdendir.

     Yaratan Rabbimiz
onun mahiyetini bildirmemiş denmektedir.

     Uzun yıllar
psikoloji ve psikanaliz çalışmalarıyla da bilinememiştir.

     Ancak onun
varlığını tezahürlerinden ve vücut makinesini çalıştırmasından anlıyoruz.”

     (Prof. Dr. Hasan
Tahsin Feyizli)

     Ev insan için
olduğu gibi, beden evi de mânâmız olan ruhumuz içindir.

     Ruh’un bedenden
çıkmasıyla ölüm gerçekleşir. Boş kalan ev yıkıldığı gibi,

     Ruhtan boşalan
beden evi de, çürümeye terkedilir.

     Çünkü içinde
artık, ona hayat veren ruhu yoktur.

     Ölüm ruhun değil,
içinde ruh olmayan bedenin kullanıştan düşerek, toprakla bir olmasıdır.

     Demek ki, ruh bedenin değil, beden ruhun
hizmetinde ve emrindedir.

     Yani maddeden
ibaret olan beden; mânâ demek olan ruhun emrindedir.

     Dikkat edersek,
beden ile ruh birbiriyle uyum hâlindedir.

     Yani her beden;
bedenine muvafık / uygun bir ruh taşıdığı gibi,

     Her ruha da uygun
bir beden / ceset giydirilmiş vaziyettedir.

     Zira arslana koyun
sureti verilseydi; arslanlığın gereğini yerine getiremiyecekti.

     Eğer koyuna arslan
sureti verilseydi; koyun da koyunluğunun gereğini yerine getiremezdi.

     Evet her maddeye,
temsil edebileceği bir ruh ve mânâ verildiği gibi,

     Her mânâya da,
onun isteğini yerine getirebilecek tarzda bir vücud / beden /

     Bir çeşit libas /
elbise giydiriliyor.

     Ruh – ceset
beraberliği de sözkonusu. Âleti olmayan bir usta, kendisinden beklenen işi
yapamaz.

     Arabası olmayan
şoför istediği yere gidemez. Keza, şoförsüz araba da yerinden kıpırdayamaz.

     Nitekim beden
sıhhati bozulan kimse, ruhun isteğini yerine getiremez.

     Ruha hizmet için, beden
atının da sakat veya hasta olmaması gerekir.

     Allah; yarattığı
kainata / evrene benzemediği gibi, ruh da insana benzemez.

     Tıpkı insanın
yaptığının, insana benzemediği gibi.

     Nitekim masayı
marangoz yapmıştır. Ama masa marangoza benzemez. Masa marangoz yapısıdır.

     Ama marangoz
değildir. Marangoz yaptığı masanın yanında da değildir.

     Ama ilmen onunla
beraberdir. Çünkü masanın değeri nispetinde ustayı takdir ve tebcil ederiz.

     Her şeyde madde ve
mânâ yanyanadır. Zaten mânâ olmasaydı madde olmayacaktı.

     Çünkü madde;
Yunus’un “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” dediği gibi,

     Mânânın taşa
toprağa, ete kemiğe bürünmüş şeklidir.

Önceki İçerikİşgal Altındaki Komşunun Hezeyanları
Sonraki İçerikLiyakat ve Üslup Tarzı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.