‘Türk müziği, batıcıların
baskılarına rağmen en az etkilenen kültür unsurumuzdur.’
Oğuz Çetinoğlu: Sizce, günümüzdeki
Türk müziği; hizmet edeni, hayran
kitlesi ve müzik kalitesi itibâriyle olması gereken yerde mi?
Fâtih Salgar: Gönül; ‘Evet
gereken yerde.’ Demeyi istiyor fakat olması gereken yerde değil.
Bunun da çeşitli sebepleri var.
İnsanlar ucuzu, kolayı tercih ettirilir hâle getirildi. Ortada Selimiye’nin Süleymaniye’nin
karşılığı olan bir mûsıkî var. Ama bu mûsıkîyi anlamak için en azından dinleme
alışkanlığını edinecek gayret yok. Yine biraz edebiyat, biraz makam bilgisi, biraz form bilgisi vs. gibi tamamlayıcı bilgiler de edinilse, dayatılan müziklerin ne
kadar amaçsız ve hafif oldukları anlaşılır. Bununla beraber çağın nimetlerinden faydalanmak gibi imkânlar
da var. Hiç olmazsa isteyenin ulaşabileceği kaynaklar, hiçbir zaman olmadığı
kadar çok.
Hizmet edenlere gelince, onların
da sorumlulukları icabı, son derece şuurlu hareket etmeleri gerekir. Bu arada ‘Türk müziği’ deyince, sanat değeri olan
müziği, özellikle de ‘Klasik Türk Müziği’ni algıladığımı da belirtmeliyim.
Çetinoğlu: ‘Batı tesirindeki Türk edebiyatı’ndan söz edildiği gibi, ‘batı tesirindeki Türk müziği’nden de söz
edilebilir mi?
Salgar: Batının tesiri,
edebiyatta olduğu gibi, mûsıkîde de olmuştur. Konuya girmeden önce,
Osmanlı Devleti’ndeki değişim rüzgârlarını şöyle bir hatırlamakta fayda
olacağını sanıyorum.
Sultan İkinci Mahmud Han yönetimindeki
Osmanlı Devleti; idârî, askerî ve sosyal
yönleriyle büyük değişimler yaşıyordu.
İkinci Mahmud Han’ın yetişmesinde
ve kişiliğinin oluşup gelişmesinde Sultan Üçüncü Selim Han’ın büyük etkisi vardı. Üçüncü Selim Han, 1808 yılında
katledildi. Sultan Dördüncü Mustafa Han, kendisinin yerine tahta oturtulmak
istenen kardeşi Şehzâde İkinci Mahmud’u öldürtmek istedi. Fakat şehzâde, birkaç dakikalık farkla bacadan dama çıkarak
kurtuldu. Alemdar Mustafa Paşa, Şehzâde İkinci Mahmud’u tahta oturttu.
Sultan Dördüncü Mustafa Han tahta oturduktan sonra oluşan
siyâsî şartlar, O’nun Sultan Üçüncü Selim Han’ın yapmayı düşündüğü ve
kendisinin de inandığı yenilikleri ertelemesine sebep olmuştu.
Nihayet
1826 yılında Vak’a-i Hayriye
olarak da adlandırılan ve Yeniçeri
ocağının kanlı bir şekilde ortadan kaldırılışı, Osmanlı Devleti’ndeki geri
dönüşü olmayan yeniliklerin de başlangıcı oldu.
Özellikle yeniden yapılanan Osmanlı ordusunun,
batı standartlarına göre düzenlenmesi, yüzlerce yıl Yeniçeri ocağıyla seferlere
çıkmış, elde edilen zaferlerde yapmış olduğu müzik ile katkıda bulunmuş olan
mehterhanenin, kesin bir şekilde ortadan kaldırılmasına sebep oldu. Yeni
kurulan ordu için yapılacak müzik, yâni batı müziği, artık devletin resmî müziği olarak hüküm sürecekti.
Sultan İkinci Mahmud Han, batı
müziğinin devlet çatısı altında resmiyet kazanmasının öncüsü olmasına rağmen,
kendi hayatında, klâsik bir anlayışa sâhip idi ki… bunların başında da mûsıkî
geliyordu. Mûsıkî zevk ve anlayışını Üçüncü Selim Han’dan almış, bu san’atın
inceliklerine hâkim, tanbur çalan ve ney üfleyen, besteler yapan, ‘Adlî’ mahlâsıyla şiirler yazan bir
padişah idi. O’nun en önemli yönü ise Türk Mûsıkîsini bütün ihtişamıyla
koruması, Sultan Üçüncü Selim Han döneminde olduğu gibi büyük bestekârlara
destek olarak onları himâye etmiş olmasıdır. Hâl böyle iken, yeni oluşturduğu
‘Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’ adı verilen ordu için hemen harekete geçmiş,
yeni kurulmuş olan ve Avrupa usullerine göre eğitilen bu ordunun mûsıkîsi için
Manguel adlı bir Fransız’ı
görevlendirmiş, hatta bu kurum için, marş formunda Acem-Aşîrân bir eser de
bestelemiştir. Tabiatıyla başlangıç aşaması, bu müziğe olan yabancılıktan
dolayı iyi bir sonuç vermemiş, bunun üzerine de
1828 yılında Mızıka-yı Hümâyun kurularak başına Giuseppe Donizetti getirilmiştir. Donizetti’nin, belirli bir
program dâhilinde, orkestra, bando, opera, operet gibi icraya dayalı kurumların
oluşması için büyük gayret sarfettiği mâlûmdur.
Sultan İkinci Mahmud Han, 1839 yılında ebedî âleme intikal
ettiğinde, Osmanlı Devleti, işte böylesine bir değişim sürecini yaşıyordu. İkinci Mahmud Han’ın yerine tahta geçen ve 16
yaşında olan oğlu Sultan Abdülmecid Han
da babası gibi ülkenin çıkarına uygun
yeniliklere inanmış ve bu yönde yetiştirilmiş bir padişah idi. Almış olduğu
eğitim dolayısıyla, batı kültürüne hâkim ve zevkleri de bu yönde gelişmiştir.
Tahta geçer geçmez ilân edilen Tanzimat Fermanı ile devletin resmî
politikasının yönünü de belirlemiş oluyordu. Batı müziğini ve piyano çalmasını
öğrenmiş, geleneğe dayalı olarak himâye ettiği Türk mûsıkîsine karşılık batı
müziği O’nun döneminde büyük gelişmeler kaydetmiştir. Sarayda Türk mûsıkîsine
verilen değere rağmen, çözülmenin kesin başlangıcını bu yıllarla bağlamak
mümkündür. Bunun en önemli örneği de mûsıkîmizin dâhi bestekârı Dede Efendi’nin
vermiş olduğu tepkidir. Sultan Üçüncü
Selim Han döneminde yıldızı parlayan,
Sultan İkinci Mahmud Han döneminde de tartışmasız olarak en büyük
bestekâr olduğu kabûl edilen ve saygı gören Dede Efendi, ülkedeki mûsıkî
anlayışının nereye doğru gittiğini çok önceden görmüş, bu doğrultuda neler
yapılabileceği konusunda adeta ders niteliğine sâhip eserler vererek gidilmesi
gereken yolu göstermişti.
Mutlaka bu büyük ve geri dönüşü
olmayan yoldaki sıkıntıları talebelerine aktarmış, sonunda da (rivayet de
olsa) ‘bu oyunun tadı kaçtı’ diyerek,
gelinen noktadaki büyük gerçeği vurgulamıştır. Dede Efendi daha sonra
iki talebesi; Dellâlzade İsmail ve Mutafzade Ahmed Efendilerle Hacca gitmiş ve
dönüşte kolera salgınına mâruz kalarak vefat etmiştir. Yıl 1846 dır.
1828 yılında kurulan Mızıka-yı
Hümayun’un yapısını genel olarak değerlendirerek, mûsıkîmizin geldiği noktayı
daha iyi anlayabiliriz. Bu kuruma 1831 yılında okul hüviyetine sâhip ve mevcut
kuruluşlara san’atçı yetiştirmek üzere bir bölüm de ilâve edilmişti. Önce
bando, sonra orkestra, kurulan ilk temel bölümler idi. Daha sonra mevcut durum
da gözetilerek, fasıl heyeti ve Müezzinan Bölükleri de bu kuruluşa eklenmiş ve
geniş manâda bir Türk müziği bölümü oluşturulmuştur. Daha sonra Fasıl Heyetinin
‘Fasl-ı Atik / Eski Fasıl’ ve ‘Fasl-ı Cedid / Yeni Fasıl’ olarak ikiye
ayrıldığını görmekteyiz.
Sultan Abdülhamid Han dönemine
kadar devam eden bu yapıya, sonradan opera ve operet, tiyatro, orta oyunu,
cambaz, karagöz, hokkabaz ve kukla… gibi yeni bölümler eklenmişti. Bir ara da mandolin grubu oluşturuldu.
Fasıl Heyetini oluşturan iki
bölümden biri olan Fasl-ı Atik’de geleneksel anlayış devam ettiriliyordu. Meşk anlayışının devam ettiği, klâsik
eserlerin klâsik sazlarla icra edildiği Fasl-ı Atik’de döneminin önde gelen
bestekârları, hânendeleri ve sâzendeleri görev yapmışlar, yine bu mûsıkîyi
gelecek nesillere aktarabilecek seviyeye sâhip öğrenciler yetiştirmişlerdir.
Bunların içinde ün sahibi olarak ve bir ölçüde Dede Efendi zincirini oluşturan
şu isimleri sayabiliriz: Dede Efendi, Dellâlzade, Haşim Bey, Rifat Bey, Hacı
Ârif Bey, Lâtif Ağa, İsmail Hakkı Bey, Şekerci Cemil Bey.
Fasıl Heyetini oluşturan ikinci
bölüm olan Fasl-ı Cedid’de ise tam bir fantezi
usul uygulandı. Ud, keman, lavta, flüt, trombon, gitar, mandolin, ney,
violonsel, dümbelek, kastanyet, zil… gibi enstrümanların bulunduğu bu bölümde
nasıl bir müziğin yapıldığını düşünmek pek de zor değildir.
Batı müziği ile Türk mûsıkîsini
kaynaştırmak, bu bölümün temel amacı idi. Bu sebeple Hacı Ârif Bey, Rifat Bey
gibi bestekârların bâzı eserleri ile zamanın bilinen şarkılarını basit bir
armoni ile icra ediyorlardı.
Bunların yanı sıra Mızıka-yı
Hümayun’un batı müziği bölümlerinin de oldukça yoğun faaliyetlerde
bulunduklarını görmekteyiz. Bir taraftan sarayda nefesli, yaylı sazlar guruplarI oluşmakta, opera, operet gurupları,
san’atlarını icra etmekte, yurt dışından gelen müzisyenler konserler
vermekteydi. Geleneğin çözülmeye başladığı bu dönemde bâzı bestekârların mevcut
ortamın ‘moda’ sayılabilecek anlayışı
dâhilinde besteler yaptığını görmekteyiz. Fakat diğer taraftan da Zekâî Dede,
Tanburî Ali Efendi gibi bestekârlarımızın geleneğe bağlı, klasik formlarda
eserler verip öğrenciler yetiştirerek, devamı sağladıkları görülmektedir. Günümüzde
de bu iki anlayışın sürdüğünü de söyleyebiliriz.
Çetinoğlu: Popüler müzik baskısı
altındaki Türk müziğinin geleceğinde neler görüyorsunuz? Tahmin ve temenni bâzındaki
düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
Salgar: Aslında her dönemde bir popüler müzik mevcut idi. Mesela
döneminde, Hacı Ârif Bey’i bile böyle değerlendirebiliriz. Burada asıl
değerlendirilmesi gereken konu, mûsıkînin bir sanayi hâline gelmesi, sanattan
ziyâde kazancın ön plana alınması, başka bir deyişle, müziğin hiçbir zaman
olmadığı kadar geniş kitlelere ulaşabilmesi ve bütün bunların doğurduğu
sonuçlar. Bu durumun olumlu tarafı da kaliteli mûsıkînin de aynı nimetlerden
faydalanıyor olması.
Bu şartlarda, özellikle klasik
mûsıkîmizin temel birikimlerinin tesbiti, aktarımı ve ulaşmak isteyen kişilerin
rahat ulaşabileceği bir yapı oluşturmak en isâbetli yol olur diye düşünüyorum.
Genlerimize işlemiş ve yeryüzünün bu en güzel mûsıkîlerinden biri olan klasik
Türk müziğinin her halükârda devamını sağlayacak kişiler mutlaka çok sayıda
olacaktır.
Çetinoğlu: Zeki Müren’in Türk müziğindeki yerini yorumlar mısınız?
Salgar: Aslında bizim anladığımız mûsıkî kulvarında, Zeki Müren’in
esamisinin okunmaması gerekir. Türk
mûsıkîsindeki en önemli problemlerinden biri, mûsıkîdeki kavramların yerine
oturmaması meselesidir. Yâni sosyal hayatımızın çeşitli kademelerinde yapılan
mûsıkî vardır (Klasik müzik, piyasa
müziği, eğlence müziği, pop vs.vs.) Bizim değerlendirmelerimiz sanat değeri
yüksek olan (özellikle klasik Türk müziği) müziğini temel almaktadır.
Zeki Müren, yaşadığı döneminde
Türk mûsıkîsinin piyasa kulvarında icrada bulunmuş ve bu kulvarda başarılı
olmuş, o anlayışa göre tavır ve davranışlar sergilemiş, ‘sanat güneşi’ diye de anılmış biri olduğunu söyleyebilirim.
Çetinoğlu: Sayın Salgar,
Uygun görürseniz, son birkaç soru ile; sizi,
Bakırköy Mûsıkî Vakfı Konservatuarı’nı ve Başkanı bulunduğunuz Bakırköy Mûsıkî Vakfı Konservatuarı Türk
Mûsıkîsi Bölümü’nü okuyucularımıza tanıtalım.
Müzik
yeteneğiniz nasıl doğdu, nasıl keşfettiğiniz ve nasıl geliştirdiniz?
Salgar: Kendiliğinden doğdu diyebilirim. Aile içinde Türk
mûsıkîsine olan sevgi ve merak bizi yönlendirdi. Daha sonra tesâdüfen girmiş olduğum o dönemin en önde
gelen kurumu İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Mûsıkîsi Bölümü’nde çok iyi
hocalar sâyesinde bu mûsıkîyi çok yönlü öğrenmeye başladım.1972 yılından buyana
da öğrenmeye, öğretmeye, dinlemeye, dinletmeye devam ediyorum.
Çetinoğlu: Müzikteki hedeflerinizin doruklarında neler var?
Salgar: Yaptığım her işi en iyi şekilde yapmak gibi genel bir
hedefim var.
Çetinoğlu: Bakırköy Mûsıkî
Konservatuvarı Vakfı’nı tanıtır mısınız?
Salgar: Bakırköy Mûsıkî Konservatuvarı Vakfı 1999 yılında kuruldu.1985
yılından itibâren Bakırköy Mûsıkî Derneği olarak hizmet veren bu kurum böylece
bütün varlıklarıyla vakfa katılmış oldu.
Vakıfta Itrî, Dede Efendi, Gençlik
Korosu ve Fasıl topluluğu olmak üzere, dört koro mevcuttur. Koro çalışmaları
belirli bir plan dâhilinde haftanın belirli gün ve saatlerinde yapılmaktadır.
Ud, keman, tanbur gibi Türk Mûsıkîsi sazlarının da dersleri verilmektedir.
Vakfın önemli hizmetlerinden birisi de Nevzat Atlığ hocamla beraber
hazırladığımız çeşitli formlarda 500 eseri kapsayan nota fasikülleridir ki bu
fasiküller yıllarca sonrasına hitab edecek bir değere sâhiptirler. Yine
hocamızın yönetiminde çeşitli makamlardan, 6 fasılı kapsayan CD yapılmıştır.
Bunlardan başka vakıf bünyesinde
ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına göre, 3 yıllık yarı zamanlı Türk
ve batı müziği bölümleri bulunmaktadır. Bu bölümler konservatuvar eğitimi vermektedirler.
Vakfın son dönemlerde yayımladığı
‘BASINDA NEVZAT ATLIĞ’ isimli kitap, yakın mûsıkî târihimizin bir vesikası olma
özelliğine sahip, âdetâ Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun da bir belgeseli
gibidir. Vakıf her yaştan ilgiliye hizmet vermektedir.
Çetinoğlu: Vakıf bünyesindeki
Türk Mûsıkîsi Bölümü hakkında neler söylemek istersiniz? Kimler, ne şartlarla
çalışmalarınıza katılabilir ?
Salgar: Vakıf bünyesindeki Türk Mûsıkîsi Bölümü’nü 2003 yılında
kurduk. Bu bölümde başta, solfej, nazariyat, repertuar, usul ve toplu teganni
dersleri verilmektedir. Her yıl sonunda yapılan imtihanlarda başarı gösteren
öğrenciler bir üst sınıfa geçmekteler. Tabiatıyla bu bölüme girmeyi isteyen
kişilerin yapılacak ön elemede başarı göstermeleri gerekmektedir. Eğitim
tamamen klasik mânâdadır.
Çetinoğlu: İyi bir müzisyen
olabilmek için gerekli alt yapının unsurları ile bu alt yapının geliştirilmesi
konusunda gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyim?
Salgar: Bir defa, bu gençlerin ne istediğini bilmeleri gerek.
Müzikte elbette yetenek çok önemli,
fakat bununla beraber bu doğrultuda sanatın emrettiği duruşa uygun olarak
çalışmak gerekli. Çalışmak çok çok önemli.
Okulların, değerli hocaların yanı sıra günümüzün en büyük nimetlerinden biri
olan teknoloji sâyesinde, kendisine bu yönde destek sağlayacak birikimden de
istifade imkânı olduğuna göre, yüzlerce
yıldır nesilden nesile bu güzelliği yaşayan kişilerden biri olma şuuruna da
sâhip olunursa, sanırım belirli bir noktaya gelinir.
Çetinoğlu: Sayın Salgar, yüklü
programınıza rağmen vakit ayırdığınız, kültürümüze ve insanlarımıza faydalı
olacak çok kıymetli bilgiler sunduğunuz için teşekkürlerimi sunarım.
Salgar: Ben de teşekkürler ediyorum.
M. FATİH SALGAR 22 Şubat 1954 tarihinde Adana’da doğdu. 1972 yılında başladığı Nevzad Atlığ’ın düzenlediği koro çalışmalarına katılarak 1976’da kurulan Devlet Korosu’nun ilk kadrosunda ses sanatçısı Nevzad Atlığ ile birlikte Türk Mûsıkîsi Klasikleri nota yayınını için 1998’de, Sanat Kurulu üyesi olduğu İstanbul Devlet Korosu’nun şef |