Maturidi (853- 944) Ve Atatürk (1881- 1938) Aklı Işığında Diyanet Fetvası (2022)

110

Diyanet’ten
hayat pahalılığı fetvası: ‘Fiyatları tayin eden Allah’tır’ Diyanetin Din İşleri
Yüksek Kurulu, fiyat artışlarının yaşandığı süreçte, “Ticarette kâr haddi var
mı” sorusu üzerine verdiği fetvayı paylaştı. Paylaşımda, “Fiyatları tayin eden,
darlık ve bolluk veren Allah’tır” denildi. (GÜNCEL 27.07.2022) Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın dini konulardaki en yüksek karar ve danışma organı olan Din
İşleri Yüksek Kurulu, “Ticarette kâr haddi var mı” sorusuna “Fiyatları tayin
eden Allah’tır” yanıtını verdi. Cumhuriyet’ten Sefa Uyar’ın haberine göre,
“Ticarette kâr haddi var mı?” sorusu üzerine verilen fetvada, “İslam dininin,
alım satım akitlerinde kesin bir kâr haddi koymadığı, bunu piyasa şartlarına
bıraktığı” belirtildi. Ancak fetvada yer verilen bir hadis dikkat çekti. İlgili
kısım ve hadis şöyle: “Konuyla ilgili olarak Allah resulü, fiyatlar artmaya
başladığında kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde şöyle
buyurmuştur, ‘Şüphe yok ki fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren,
rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden herhangi birinin malına ve canına
yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden ister olduğu
halde, Rabbime kavuşmak istemem.” ‘Öte yandan fetvada, piyasada suiistimaller
olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle
halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı fiyat artışları
yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale etme yetkisinin
olduğu vurgulandı[1].

Yeni
Şafak bu habere şu tepkiyi göstermiştir: “Cumhuriyet gazetesi Diyanet’in
Hadis’i Şerif’e dayandırarak yaptığı açıklamayı çarpıtarak dini değerlerle alay
etti. Cumhuriyet gazetesi, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun fetva hattına gelen “Ticarette
kar haddi var mıdır?” sorusu üzerine Hadis’i Şerif’e dayandırarak verdiği
cevabı çarpıtarak manşetine taşıdı. Cumhuriyet gibi aynı cenahtan diğer siteler
de “İslam dininin kesin bir kâr haddi koymadığının ve bunu piyasa şartlarına
bıraktığının” vurgulandığı cevabı kesip biçerek dini değerleri hedef aldı. Diyanet
İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, resmi sosyal medya hesabından fetva
hattına gelen bir soru ve verilen yanıt paylaşıldı. Din İşleri Yüksek Kurulu,
fetva hattına gelen “Ticarette kar haddi var mıdır?” sorusu üzerine şu yanıtı
verdi: İslam dini, alım satım akitlerinde kesin bir kâr haddi koymamış, bunu
piyasa şartlarına bırakmıştır. Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (S.A.S.),
fiyatlar artmaya başladığında kendisinden bu duruma müdahale etmesi
istendiğinde şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, fiyatları tayin eden, darlık ve
bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır. Ben sizden herhangi birinin malına
ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle o kimsenin hakkını benden
ister olduğu halde, Rabbime kavuşmak istemem(Ebû
Dâvud, İcâre, 15; Tirmizî, Bûyû’ 73)
[2].”

  Bu tartışma öncelikle laik, demokratik,
hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde yapılmamalıdır. Türkiye “Din İşleri
Yüksek Kurulu’nun fetvaları ile yönetilecek bir ülke değildir.
Dünya’da
iktisat teorileri ve uygulamaları ile kütüphaneler kitaplar doldurmuş asırlarca
binlerce İktisat Fakülteleri inşa edilmiştir. İktisatçılar bu işin ehli ve
bilim insanları iken bu konuda hiçbir birikimi ve beyin teri olmayanların fikir
beyan etmesi iktisat dünyasına saygısızlıktır. Üstelik okudukları ayet ve
hadisleri çağlara sunamadıkları gibi Mehmet Akif Ersoy’un söylediği “
Kur’an’dan
alıp ilhamı asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” sözünü uygulamaktan çok
uzaktırlar. Üstelik kendi alanlarında bile Kur’an ayetlerine bakmadan sahih
(doğru) mi mevzu (uydurulan) mu net olmayan, Kur’an ölçülerinde tartılmamış hadislerle
hüküm vermeyi tercih etmektedirler. Örnek verdikleri hadise karşı Peygamber
Efendimizin şu sözlerini ise hiç hatırlamaz görülmektedirler: “Hz. Peygamber
(O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun), aşılama yapan bir topluluğa
uğradı. Onlara “Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!” buyurdu. (O sene)
hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (O’na,
Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun), (neden sonra) onlara (tekrar)
uğradı
ve “Hurmalarınız ne durumdadır?” diye sordu.  Onlar da “Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de
öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)” dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): “Siz
dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.” dedi
(Müslim, Fedail, 141).
Peygamber Efendimiz burada “işi ehline veriniz” ayetini ve bu çerçevede şahsi
düşüncesini ifade etmektedir. Kur’an’da fiil ve irade konusunda çok net ayetler
bulunmaktadır. İslam dünyasında bu konuda birçok eser kaleme alınmıştır. Hasan
el-Basrî’nin Kader Risalesi bu konuda çok önemli bir eserdir. Bu Hasan El-Basrî[3]’nin(M.S.
642-728) Emevi Kıralı Abdülmelik’e yazdığı bir risaledir. “Türkiye Din İşleri Yüksek Kurulu’da ki görevlilerden
bu eseri okumayanların acilen okuması gerekmektedir. Üstelik Hasan
El-Basrî Emevi Kıralı Abdülmelik’e ayet ayet cevap vermiştir.

İMAM
MATURÎDÎ

İmam Maturidi (853- 944)’de Hasan
El-Basrî’nin ve İmam-ı Azam Ebu Hanifenin çizgisinden gitmiş Türkistanlı Türk kelam
âlimidir. İmam Maturidi Kur’an’ın akla
göre yorumunu yapan rivayetleri öncelemeyen dirayet tefsirinin ilk örneklerinin
birini hazırlamıştır. Eserine kendisi “Kuran Tefsiri” dememiş “Te’vîlâtü’l
Kur’an” ifadesini tercih etmiştir. Çünkü Tevil Kur’an’dan insanın anladığı
kadarını yorumlamasıdır. Türklerin çok itibar ettiği kelam âlimi Maturidi
fiil’i açıklarken fiillerin birinin zorunlu diğerinin ihtiyari olduğunu
söylemektedir. Zorunlu fiiller herhangi bir mükâfat veya cezaya vesile olmayan,
seçim hürriyetine dayanmayan fiil türüdür. Örnek; insanın vücudundaki kan
dolaşımı, saçının uzaması organların çalışması gibi durumlar bu türden fiillere
örnek verilebilir.  İhtiyarı fiiller ise karşılığında mükafat veya cezayı
gerektiren kendisi ile fiilin kolaylık ve rahatlıkla yapılabildiği tercih hürriyetine
dayanan fiillerdir.
Zorunlu olunmayan, arzu ettiği şekilde hareket etme
yapma veya yapmama kendi isteğine göre hareket etme kudret ve imkânına sahip
bulunan fiiller demektir. İhtiyari fiiller insanın kendi irade ve ihtiyacına
dayanmakta tercihleri doğrultusunda meydana gelmektedir.  Maturidi
emir ve yasağın dolayısı ile mükâfat veya cezanın muhatabı kimdir sorusuna
cevap arayarak şu ifadelere yer vermektedir: “iyilik ve kötülük gibi durumlar
Allah’a nispet edildiğinde onun emir ve yasaklara muhatap olup mükafat veya
cezaya konu teşkil etmesi gerekecektir. Bu durum ise çirkin ve hikmetsiz kabul
edilen bir husustur[4]” demektedir.
Maturidi fiillerin yaratıcısının Allah ve bu fiilleri gerçekleştirmenin ise
insanın kendisi olduğuna dair birçok ayeti örnek vermiştir. Bunlardan
biri: “Zilzal suresi 7-8.ayetler:  Artık kim zerre ağırlığınca bir
hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük
işlerse onun cezasını görecektir
[5]
ayetidir.

Maturidi
tarafından ileri sürülen delillere göre bir fiilin varlık sahasına çıkmasında
biri Allah’a diğeri de insana ait olmak üzere mana bakımından birbirinden
farklı iki yön bulunmaktadır Bu yönlerden birini yaratmak (halk) diğerini ise
yapmak olarak (kesb-çalışıp kazanmak) isimlendiren Maturidi Allah’ın fiillerin
yaratıcısı olduğunu insanlarını da onları yapan olduğunu belirterek sadece
Allah’a değil aynı zamanda insana da hakikat manasında fiilin kime tahsis
edilmesi gerektiğini tespit etmeye çalışmıştır[6].
Maturidi’nin irade kavramına bakışı Kitabut Tevhid isimli eserinde
açıklanmaktadır:  Maturidi’ye göre irade genel olarak dört temel manayı
içermektedir. Bunlardan ilki bir işin bir şeyin olmasını dilemek, istemek,
temenni etmek ve arzulamaktır. İkincisi birilerinin bir şeyi yerine getirmesini
emretmek ya da birilerine bir şey yapmaya davet etmektir. Üçüncüsü rıza
göstermek benimsemek razı olmak demektir. Sonuncusu da eylemi gerçekleştirenin
unutma gaflet yenilgi ve baskı altında tutulmadığını beyan etmektir[7].

 Allah
bakterileri, virüsleri yaratmıştır. Fakat temizliğe sağlığa dikkat edildikçe
onlar ortaya çıkamazlar. Temizlik tamamı ile insan iradesine bağlı bir
davranıştır.  Maturidi insanın özgür bir iradeye sahip oluşunu ve
eylemlerinde herhangi bir baskı altında bulunmadığını dile getirmektedir.

İsmail Hakkı İzmirli’nin de belirttiği gibi irade tekvin-i(Allah’ın kainata
koyduğu yaradılışla ilgili kanunlar) ve teşrii (İnsana ait alan maddî manevî
kurallar) irade olarak değerlendirilebilir. Bir iradenin alanı yaratma ile
ilgili olmakla birlikte ikinci iradenin alanı emir, rıza ve muhabbet ile
alakalıdır. Tekvin-i iradenin alanına müdahale edilmezken teşrii iradeye işaret
eden alanda insan özgürdür, dilediği gibi hareket etme imkânına sahiptir. Allah,
insanın tercihi doğrultusunda eylemi yatır iyi yaratır. Fakat İsyan içerikli
hiçbir eylemi emretmez ve buna rızası da yoktur. Şu halde hem ilahî iradenin
insan eylemleri üzerinde zorlayıcı bir etkiye sahip olmadığı hem de insanın
yaptığı eylemlerin sorumluluğunu taşımasını gerektiren özgür bir iradeye sahip
olduğu görülmektedir[8].

Prof.
Dr. Gazi ÖZDEMİR’in, Allah’ın Tek Dini İslam’a Davet KUR’AN isimli mealinde İbrahim
Suresi/4. ayeti Maturidi çizgisinde Türkçe’ye aktarmıştır
:
Biz, görevlendirdiğimiz her elçiye, ayetlerimizi kendi halkının ana diliyle
gönderdik ki, halkına anlayacakları bir dil ile tebliğlerini
yapsın.
Buna rağmen Allah hala, sapkınlığı /delaleti isteyeni kendi haline bırakıp
istediği yola, muhkem-kesin hükümlere uygun olumluluklar gerçekleştirilen doğru
yolu isteyeni de destekleyip arzu ettiği doğruya ulaştırır (Seçtiği kaderde
bırakır). Allah Aziz’dir ve her şeye Hakim olandır
[9]”.

“Dolayısıyla
da, her topluma, inandığı vahiy kitabı mutlaka o toplumun ana dilinde
anlamlandırılıp sunulmalıdır. Demek ki ilahi vahiy kitapları tek dil olarak ve
Arapça dili ile indirilmemiştir. Aynı açıklama ayrıca Nahl-36, Yunus-47 ve
Zuhruf-2-3 ncü ayetlerde de vurgulanmıştır. Bu nedenle de, tercüme etmeyi
başaracak dil bilgisi olanlar için bunu gerçekleştirmek önemli bir görevdir ve
bu görevi esirgememeleri gerekir. Ayetteki (tavsiye özellikli) muhkem-kesin
hüküm, “Vahiy kitaplarını mutlaka her toplumun anlayacağı ana dilleriyle
hazırlayın” olmaktadır. Yine diyebiliriz ki, dua etmek, her insanın anladığı ve
konsantre olabileceği ana dilinde de olmalıdır[10].

Muhammed
Bin Hamza’nın XV. Yüzyıl Başlarında Yapılmış, Kur’an Tercümesinde İbrahim
suresi, 4.ayet: “Dakı virimedük hiç yalavaç,illâ kavm-ı dili-y-le, tâ bellü
eyleye anlara. Pes azdura Tanrı, anı kim diler; dakı toğru yol göstere, an kim
diler. Dakı Ol, gücü yiter bendeşsüzdür, dürüst işlü sözlü”[11]

Eski Anadolu Türkçesinde aynı ayet: “daħı viribimedük hįç
yalavaç illā ķavmı dili-y-ile tā bellü eyleye anlara. pes azdura Tañrı anı kim
diler daħı ŧoġru yol göstere aña kim diler. daħı ol güci yiter beñdeşsüzdür
dürüst işlü sözlü[12]”.

Muhammed
Bin Hamza’nın, Eski Anadolu Türkçesi ve Prof.
Dr. Gazi Özdemir’in meallerinde kişinin dilemesi ve sorumluluğu vurgulanmıştır .
İnsanın dilemesi doğrultusunda hidayet veya delaletin ortaya çıkışı gösterilmiştir.
Bu meallerde Maturidi anlayışı açıktır.

Diyanet
İşleri Başkanlığının ve birçok meal’de ise İbrahim suresi, 4. ayetin Türkçesi
ise şu şekildedir: “istisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle
gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık
içerisinde bırakır, dilediğini de doğru Yola iletir. O, güçlüdür, hikmet
sahibidir
”. Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an mealinde ayetin ikinci
kısmının anlamını yukarıdaki şekilde verdikten sonra aşağıdaki açıklama ise insanlarda
niçin yapıldı tereddüdünü oluşturmaktadır. Dücane Cündioğlu’ndan alacağımız
şu ödünç ifade ile “Anlam Buharlaşması[13]” yahut
bize göre “Anlam Kayması” olmaktadır.

“Kur’an
‘ın Arapça olarak indirilmesini yadırgayanlara cevap olmak üzere, Allah Teala,
gönderilen peygamber hangi kavimden ise mesajını o kavmin diliyle gönderdiğini
gerekçeli olarak bildirmiştir. Hz. Peygamber ve kavmi Arap olduğu için Kur’an
da Arapça olarak gönderilmiştir. Fakat bu durum, onun sadece Araplar’a indirilmiş
olduğunu göstermez. Onun davetinin evrensel olduğunu gösteren birçok ayet
vardır. Allah ayetlerini gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde
kullananları zorla doğru yola iletmez. Bilakis onları kendi irade ve
tercihleriyle baş başa bırakır; İnkarcılık ruhlarına yerleştikten sonra artık
iman etmezler. Gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanları ise
Allah doğru yola iletir. İşte Allah’ın dilediğini sapkınlık içerisinde
bırakması, dilediğini de doğru yola iletmesinden maksat budur[14].
İbrahim suresi 4. ayet;  Muhammed Bin
Hamza (XV. YY), Eski Anadolu Türkçesi Kur’an meali, Prof. Dr. Gazi Özdemir, Prof.
Dr. Bayraktar Bayraklı, Kamil Hayati Aydın ve Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır vd.
Kur’an’ın anlamına emek verenlerin açıkladığı şekilde araştırılırsa dünden
bugüne Maturidî bir çizgi görülecektir
. Kamil Hayati Aydın bu ayetin
anlamını dilbilim verileri ile şu şekilde değerlendirmektedir:

“Biz
her elçiyi kendi toplumunun diliyle gönderdik ki, onlara iyice açıklasın.
Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü
olan O, doğru karar veren O’dur:” (İbrahim, 14/4) Bu ayetin son kısmı şöyledir;
“ … feyudillahu men yeşeu ve yehdi men yeşeu.” Kaç meale baktımsa
hemen hepsi: “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir”
diye anlam vermişler. Hâlbuki ayette geçen “men” kişidir ve öznedir.
Hatta eski metinlerde “men” geçtiği zaman “şol kimse ki” diye
tercüme ederlerdi. Dolayısıyla, doğru olan meal şöyledir: “Allah dileyeni
sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir
Ayetteki “men yeşeu
ibaresini yok sayarak “Allah dilediğini sapıtır. dilediğini de doğru yola
iletir” diye anlam verenler; Cenab-ı Allah bu durumda kullarını nasıl sorumlu
tutacaktır
? Bunu da mı hiç düşünmediler mi? Onların hepsine sorsak; “Kul
yaptığı işlerden sorumlu mudur? Hep bir ağızdan: “Sorumlu” derler. Kulların
sorumluluğuyla ilgili birkaç örnek daha verelim: “Kim yola gelirse, kendi için
gelmiş olur; kim yoldan çıkarsa, kendi aleyhine çıkmış olur. Kimse kimsenin
yükünü yüklenemez. Biz elçi gönderinceye kadar da azap etmeyiz” (İsra, 17/15).
“De ki; bu gerçek sizin Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen kafir olsun ..
“ (Kehf, 18/29)[15].Biraz
önce örneğini verdiğim meal yazarları acaba bu ayetlerle o yazdıklarını nasıl
bağdaştıracaklar[16]?  Kâmil Hayati Aydın, yeşâ (diler)
fiilini ayette geçen men öznesine uygun düştüğünü ifade etmektedir. Bazı
tefsirciler tarafından Yeşâ (diler) fiili gizli özne (Allah)’a uygun
olduğu söylenmektedir. Fakat bunun Maturidi tarafından Tevilatında kabul görmediği
görülmektedir. Bununla beraber Maturidinin Tevilat’ı Türkçeye çevrilirken bazı
kaynaklarda bu ayetin mealinde sonuçları büyük yanlışlara sebep olan gramer ve
anlam hatasına düşülmektedir
: “İbrahim, 4. Ayet: İstisnasız her
Peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın;
bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır dilediğini de doğru
yola iletir. O güçlüdür hikmet sahibidir
[17].
Tevilat Arapçadır. Ayetlerde Tevilat’ta orijinal hali ile bulunmaktadır.
Çeviri sahipleri geleneksel anlayışları ile ayeti “Allah dilediğini sapkınlık
içerisinde bırakır dilediğini de doğru yola iletir” şeklinde Türkçe’ye
çevirmişlerdir. Hâlbuki Tevilatta ayete böyle bir meal verilmemiştir.  Maturidi, açıklama kısmında tamamiyle
ayetin ikinci kısmının açıklamasında kulun dilemesine vurgu yapar ve diğer
anlayışı kabul etmez:
Yani sapkınlık yoluna götüren sebebi tercih edeni
sapkınlığa, doğru yola götüren sebebi tercih edeni de doğru yola iletir
.
Bazıları da şöyle dedi: Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır,
dilediğini de doğru yola iletir; peygamberleri yalanlayanları sapkınlığa
düşürmek  tasdik edenleri de doğru yola iletmek Allah’ın hükmüdür. Ancak
bunların doğrusu ilk zikrettiğimiz yorumdur
: Sapkınlık sebebini tercih
edeni Allah sapkınlığa düşürür, dilediğini de, yani doğru yola götüren sebebi
tercih edeni de doğru yola iletir
. O güçlüdür hikmet sahibidir[18].

Prof. Dr.
Abdülaziz BAYINDIR, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
isimli eserinde tereddütleri gideren
açıklamalarda bulunur : “Tefsir ve meallerin çoğunda İbrahim
suresi, 4. ayete şu anlam verilmiştir
:  “Biz her şeyi kendi
toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah
dilediğini saptırır dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o doğru karar veren
odur
”. Bu meal de şâe (dilemek, diledi-mazi çekimi) fiilinin
muzarisi (şimdiki ve geniş zaman) olan yeşâ  kullanılmıştır. Ona
irade manası verilerek başka yanlışlara da yol açılmıştır. Allah dilediğini
yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden Elçi gönderir? Bu durumda Elçin’in
o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş
doğru karar veren Allah’a yakıştırılır mı? Allah’ın sözüne çelişki oluşturacak
şekilde anlam verilir mi?
 Yeşâ fiiline irade anlamı verenler,
hiç olmazsa yeşâ’nın faili olan “o” zamirini Allah lafzını gösterir şekilde
değil de men: kim’i  gösterir şekilde anlasalardı ayetin iç
bütünlüğü yok olmazdı. Çünkü men yeşâ” daki men lafzı zamirin
 yakınında Allah lafzı ise uzağındadır.

Bu sebeple zamirin Allah lafzını göstermesi için karine (delil) gerekir. Burada
böyle bir karine yoktur. Ebu Mansur El Maturidi İbrahim suresinin 4. ayetini
şöyle tefsir etmiştir:
“Biz her elçi’yi kendi toplumunun dili ile gönderdik
ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah sapıklığı şey edeni yani
sapıklık sebebini tercih edeni sapıklıkta bırakır, yola gelmeyi şey edeni Yani
kendini yola getirecek sebebi tercih edeni de yola getirir. O bununla yola
gelir
”.  Maturidi şöyle devam ediyor: 
Bazıları şöyle dedi: “ Allah şey edeni dalalette bırakır, şey edeni
de yola getirir ayeti, Allah’ın yalanlayanları dalâlette bırakma, tasdik
edenleri de yola getirme kararını gösterir. Ama Allah’ın dalalet sebebini
tercih edeni sapık, yola gelme sebebini tercih edeni yola gelmiş sayma prensibi
sebebiyle doğru olan bizim dediğimizdir
[19].

 Hidayet
ve delalet sonuç itibariyle birer ruhi durumdur ve bu duruma gelmenin belli
sebepleri vardır. Bu sebepleri koyan da Yüce yaratıcıdır. İnsan bu sebepleri
kendi özgür iradesiyle tercih eder ve tercih ettiği sebebin gerçekleştirdiği
sonucu hak etmiş olur. Şu ayet insanın bu konuda bir tercih hakkı bulunduğunu
açıkça ifade etmektedir: “de ki Hak ve Hakikatlerle dolu olan bu Kur’an
Rab’binizden gelmiştir. Artık dileyen iman dileyen inkâr etsin
(Kehf
Suresi, 29)