Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
Hakkında Yazılanlar- 4
Mûsikî Akşamları – 2
Prof. Dr. ALÂEDDİN YAVAŞÇA
(Devamı)
Misâfir
odasına dâhil olduğunuzda, sağda kapının yanında bir koltuk, hemen onun yanında
bir kanepe, kanepenin kapıya yakın köşesinde daima Efendi Hazretleri oturur.
Kanepeden sonra salonun çevresinde irili ufaklı koltuklar, salonun ortasına doğru
sandalye ve sehpalarla temâdi eder. Bu oda takımının Sultan Abdülaziz’den
kaldığı söylenir. Kapının hemen karşısına meşhur çini soba düşer. Duvarla soba
arasında da meclise yeni dâhil olan acemiler için sandalyeler konmuştur. Bu
dekoru, duvarları baştan aşağı dolduran, çeşitli üslupta yazılmış, müstesna
tezhip veya ebrûlarla tezyin edilmiş değerli hattatların elinden çıkma
levhalar, usta marangoz işlemesi sehpalar, üzerinde antik sürâhiler,
gülâbdanlaı çeşm-i bülbüller tamamlıyor. Pencereler âdeta salondaki târihi
tabloyu dışarıdan kıskanırcasına, kalın perdelerle sıkı sıkıya kapalı. Gelenler
bir bir kapıdan temennâ ile girerek Efendi’ye yaklaşıp eline varır. Efendi’nin
gösterdiği evvelce malûm olan yerine oturup, yine Hazret’in selâmını intizar
eder. Selâm vâki oldukta, oturanların hepsine teker teker el baş yapmak
suretiyle merasim itmâm edilir. Cemiyet tamamlanınca gecenin programına
geçilir.
Her pazartesi
gecesi, ana hatlarıyla birbirine benzeyen bir programın âdeta tekrarıdır.
Yukarıda da
belirttiğimiz üzere, bu gecelerde hoşâmediyi müteâkip ilk muhâvere, son
günlerde devamda kusurlu olanları, Üstad’ın bir merak havası içinde,
odadakilere, ‘Kuzum, filan efendi bir
müddettir görünmüyor, haberi olanınız var mı, hasta falan olmasın?’
şeklinde sualler tevcih etmesiyle başlar. Bu ilgide derin bir samîmiyet ve vefâ
hissi vardır. Ancak bilâ-sebep bir devamsızlığın farkına vardı mı hiddeti ve
gazabı, hicivleri kadar şedit olurdu. Söz, sonra ahvale, insanların
birbirleriyle olan münâsebetlerinin eskiyle mukayesesine intikal eder, hemen
her vesile ile îman ve inanışın değeri tebârüz ettirilirdi. Gecenin kadrosunun
tamamlandığı kanâati hâsıl olunca yine Üstad, çoğu zaman bana ‘Kuzum evlâdım, bu akşam hangi makamı
dinleyeceğiz?’ diye sorar ve cevabı beklerdi.
Îbnülemin
Mahmud Kemal Bey, en çok rast makamını severdi. Rast faslını icrâ ettiğimiz
zaman son derece hislenir, âdeta çocuk gibi sevinirdi. Basmacı Abdi Efendi’nin,
‘Senin aşkınla çâk oldum.’ güfteli
şarkısıyla, Hâfız Post’un, ‘Gelse o şuh
meclise, nâz ü tegâfül eylese’ rast yürük semâîsini pek beğenir ve
okunmasını arzu ederdi.
Hüzzam
makamından hoşlanmazdı. Sayısız pazartesi gecelerinde ister istemez sıra
hüzzama da gelirdi. ‘Bu akşam nasibimizde
hangi makam var?’ diye sorduğunda ‘Efendi
Hazretleri müsâade buyurulursa bu akşam hüzzam faslı yapalım.’ cevabını
verince, meşhur ‘Sen heman eyle tekellüm
razıyım düşmana ben’ mısraını, ‘Sen heman eyle terennüm razıyım hüzzama
ben’ şekline çevirir, ince nüktesinde hüzzamı sevmediğini hissettirirdi.
Daha sonra bir
gün, ben kendisine, ‘Efendi hazretleri!
Hüzzam makamını niçin sevmiyorsunuz? Merak ediyorum.’ diye sordum. Şu
cevabı verdi: ‘Bak, bu makamın öyle bir
perdesi vardır ki eğer o perde yerinde basılmazsa ibtizâle uğrar, bayağılaşır
ve dinlenmez hâle gelir. Bizim mûsikîşinasların Hisar Perdesi dediği perde.
Hakikaten bazıları pes basar, bazıları dik basar. Esas onun yerli yerinde icrâ
edildiği takdirde olur ama eğer yerinde basılmazsa olmaz.’
Kendisi
mûsikîşinas değildi ama kulağı sağlamdı. ‘Basılmazsa
bayağılaşır.’ derdi. Doğru da söylerdi.
Fasıllara
peşrevle girilir, beste, ağır semâî, çeşitli usûllerden şarkıların ortasında
bir saz taksim eder, o esnada çay dağıtılır. Çaylar, taksim dinlenirken
yudumlanır. Taksimden sonra da şarkılara devam edilir, yürük semâî, saz semâî
ile fasıl tamamlanır. Daha sonra sabâ taksimini müteâkip Aziz Mahmud Hüdâî
Hazretleri’nin Çargâh tevşihi, ‘Kudûmun
rahmet-i zevk u safâdır yâ Resûlallah‘ okunur.
Paha Biçilmez
Sohbetler Mevlevîhâne Peşrevi, arasında umûmiyetle Udî Ethem Bey’in büyük
gayret sarf ederek ter içinde okuduğu gazele sıra gelir. Gazel yine Mevlevîhâne
peşreviyle bağlandıktan sonra gecenin mûsiki programı biter. Bir aşır Kur’ân-ı
Kerîm tilâveti, nağmeleri uhrevî bir havaya dönüştürür. O andan itibâren
İbnülemin’in geceleri esas vasfıyla ortaya çıkar. Her seviyeden insanın
istifâdeler sağlayacağı paha biçilmez sohbetler başlar. Târihten, edebiyattan,
mûsikîden, kitâbiyyattan, hat sanatından ve daha birçok konulardan, başka
hiçbir yerde veya hiçbir kitapta elde edilemeyecek bilgiler böylece elde
edilir, eski İstanbul konaklarının yaşayışı hakkında bu şekilde mâlûmat sahibi
olunurdu.
Onun huzurunda
birçok profesörleri, edipleri, şâirleri, mûsikîşinasları, kitâbiyatçıları,
âlim, fâzıl ve sâlih şahsiyetleri tanıdık. Celâllendiği zaman mevkii ne olursa
olsun haşlamalarından nasibini alan bu zevat, bahsettiğim bu sohbetlerden
dağarcıklarına bir şey ilâve etme pahasına her türlü eziyete katlanırlar, başa
gelecekleri peşinen kabul ederlerdi.
…………………
Hakkı Tarık
Us’un cenazesi için Beyazıt’tayız. Soğuk bir gündü. Gittik, Efendi
Hazretleri’ni de orada görünce hemen yanına yaklaştık. İstanbul vâlisi o
zamanlar, Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay’dı. Yahya Eskişehirli diye bir
hoca vardı. Duâyı uzattıkça uzattı, uzattıkça uzattı. Cenâze bekliyor, Hoca
konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor… Artık Efendi dayanamamış olacak ki Fahreddin
Kerim’e ‘Sen bugüne bugün vâliy-i
vilâyetsin. Bunlar, senin emrinde çalışan kimselerdir. Bu adama haddini
bildirecek misin, yoksa ben mi bildireyim?’ dedi. Vâli ne yapsın o
kalabalığın içinde Güldü, Yahya Eskişehirli yapacağını yaptı. Yanımızdan
geçerken Efendi ağzını açtı ‘Bütün
milleti soğuktan kıkırdattın! Sen de hiç mi iz’an yok? însan zamana bakar,
mekâna bakar, havaya bakar. İşi ona göre idâre etmek lâzım değil mi efendi?’
dedi, paparayı verdi, bu arada Vâli’ye de haddini bildirdi, işi bitirdi. Böyle
şeylere hiç tahammülü yoktu. Bir kişi uzun uzun konuşup sıkmaya başladı mı
Efendi derhal patlardı.
Bu vesileyle
kendisini bir kere daha rahmetle anıyorum. 12 Şubat 2007
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça: 1926 yılında
Kilis’te dünyaya geldi. İstanbul’a geldikten sonra Sadeddin Kaynak, Münir
Nureddin Selçuk, Dr. Suphi Ezgi, Hüseyin Sadeddin Arel gibi dönemin tanınmış üstatlarından
istifade eti. 1950 yılında açılan imtihanı kazanarak İstanbul Radyosu’nda ses
sanatkârı kadrosunda yer aldı. Bu arada Tıp Fakültesi’ni bitirip kadın doğum
mütehassısı oldu. 150’ye yakın bestesi vardır. 23 Aralık 2021 târihinde vefat etti.
İbnülemin Mahmud Kemal İnal Hakkında
Prof. Dr. ASAF ATASEVEN
İbnülemin
Mahmud Kemal Bey’in İstanbul Üniversitesi merkez binasında kendisine tahsis
edilen bir oda bulunduğunu öğrendim. Üstad’ı bâzen öğle ve ikindi vaktinde
Beyazıt Camii’ne giderken, bâzen de çıkarken görürdüm. O günlerde birkaç
arkadaşımla ders arasında ve öğle ile ikindi vakitlerinde Beyazıd Camii’ne
gidiyor ve bazen derslere geç kalıyorduk. Bu sebepten merkez binanın bodrum
katında bir merdivenin altında namazlarımızı bir tahtanın üstünde kılıyorduk.
Arkadaşlarla birlikte ‘Bu kadaı sevilen
ve itibar edilen İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e gitsek acaba üniversitenin merkez
binasında bir mescit açtırabilir miyiz?’ diye düşündük. İki arkadaş
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e gittik Üstad bizi kabul etti. Kendilerine ‘Efendim, ders aralarında öğle ve ikindi
namazlarına, Beyazıt veya Süleymaniye Camii’ne gittiğimiz için derslere geç
girmek mecbûriyetinde kalıyoruz; acaba merkez binada bize bir odanın mescit
olarak tahsis edilmesine tavassut buyurur musunuz?’ dedik.
İbnülemin
Mahmud Kemal Bey ‘Evlâdım, bu adamlardan
üniversitede mescit istemek, Athenagoras Patriği’nden câmi istemek gibidir.
İsterseniz şimdi rektörü ve dekanı çağırıp yanınızda azarlayayım. Ama ben bu
beylere desem ki ‘Talebe-i ulûmdan bazıları bana geldiler, dans etmek için bir
oda istiyorlar; buyursun benim odamda yapsın derler.’ dedi. Bu işle meşgul
olacağını ifâde ettiler ve bize ‘Ben
dindar gençleri severim. Beyazıt Bakırcılardaki konağımızda yapılan pazartesi
toplantılarına sizi bekliyorum’ dedi. Bu esnada kâtibi, bir beyefendiyi
içeri aldı. Kalın kaşlı bu zat, eski devlet adamlarından biriydi. Ancak ben
adını hatırlayamadım Üstad masasında oturuyordu. Biz de sol tarafındaki iki
sandalyeye ilişmiştik. Odaya giren zat, eliyle Osmanlı usûlü Üstad’ı selamladı.
Üstad’a bir şey sordu. Üstad onu oturtmayıp ayakta bekletti, sualine cevap
verdi ve eliyle yine Osmanlı âdâbına uygun olarak çekilmesi için işâret etti.
Ben hayretten zâtın sorusunu da Üstad’ın cevabını da hatırlıyorum. Bu zat
odadan çıktıktan sonra Üstad ‘Bu adam hep
böyle gelir, halbuki ben ondan hoşlanmam.’ dedi Biz kim olduğunu sormaya
cesâret edemedik. Sonra Üstad bir konu açarak konuşmaya başladı. Eski büyükler
ziyâretine gelen gençlere hep böyle davranırlardı. Şu anda hatırladığım
kadarıyla İkinci Abdülhamid döneminden söz ediyordu. Üstad konudan konuya
girdi. Doğrusu ben konunun sonunu başını kaybettim. Herhalde şaşkın bir halde
ona bakmış olmalıyım ki bana ‘Delikanlı,
sen galiba konunun başını kaybettin.’ dedikten sonra sözü bitirdiğine şâhit
oldum. Ben 82 yaşındaki bu insanın hâfızasına hayran kalmıştım. Müsâade
isteyerek Üstad’ın huzurundan ayrıldık.
Gerçekten de
İbnülemin Mahmud Kemal Bey bize bir mescid açtırdı. O zaman İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekânı Prof. Hıfzı Timur ile görüştüğünü ve merkez
binanın bodrum katındaki bir odanın mescid olarak bize tahsis edildiğini
öğrendik. Bu odayı kırmızı renkli halı ile döşedik. Güzel bir âvizeyle ve
kütüphaneyle donattık. Bu mescid 1960 yılına kadar devam etti. 27 Mayıs
darbesinden altı ay önce İstanbul Üniversitesi rektörü Ord. Prof. Sıddık Sâmi
Onar bu mescidi kapattı. Halıyı ve âvizeyi Dârüşşafaka Lisesi’ne gönderdiğini
öğrendik. Mesciddeki kitapların ne olduğunu bilmiyorum.
Öğrencilik
yıllarında bu mescidde namazlarımızı kıldık ve iki arkadaş İbnülemin Mahmud
Kemal Bey’in Bakırcılardaki konağında pazartesi toplantılarına katılmaya
başladık.
Üstad’ın bu
sohbetlerine katılanların hafızalarında mutlaka üstadla ilgili nükteli
hatıralar vardır. Hatırlayabildiklerimden birkaçını anlatmak istiyorum.
Bir gün sohbet
başlamadan önce üstad bir mısrâ okudu:
Kenarın dilberi nâzik de olsa
nâzenin olmuyor
Herkes
kendisinde bir hatâ aramaya başladı. Bulanlar giderdiler. Mısrânın muhatabı
kişide bir düzelme olmadı ki Üstad üç defa tekrar etti. Nihayet ön sırada
oturan bir gence ‘Nerelisin?’ diye
sordu. Genç ‘Urfalıyım efendim.’
dedi. Üstad cevaben ‘Belli belli…’
dedi. Sonra öğrendik ki genç kardeşimiz sandalyede iki ayağını, ayak bileğinden
birbiri üzerine atarak oturmuş.
Efendim,
bendeniz Tıp Fakültesi’nin 4. sınıfında talebeydim. Bir gün hocamız; ‘Allah karanlık gecede, kara karıncanın, kara
taş üzerinde yürüdüğünü bilemez.’ demiş ve bu sözün Fârâbî’ye âit olduğunu
söylemişti. Dershânede İslâmiyet’i öğrenmeye gayret eden birkaç öğrenci idik.
Birbirimize bakıştık. Hoca’ya cevap verecek bilgiye sâhip değildik. Bendeniz
kendi kendime ‘Allah her şeyi bilir ve
her şeyden haberdardır’ diye bir söz hatırlıyorum. İlk fırsatta iki
arkadaş, Üstadın adasına gittik.
Hâdiseyi anlattım. ‘Doğru mudur?’
diye sordum. ‘Hiçbir hocanın, talebe-i ulûmun itikadını zayıflatmaya hakkı
yoktur. Ben hocanızla konuşur, yanlış yaptığını kendisine söylerim’ dedi ve
eliyle odasından çıkmamızı işâret etti.
Başka bir
hatıra daha var: Efendim 1950’li yıllarda İslâm dîninde reform isteyen
profesörler vardı. Bunlardan biri, Cağaloğlu’nda bulunan Millî Türk Talebe
Birliği’ndeki bir konferansında “İslâm’da
namaz diye bir şey olmadığını, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ‘salât’ kelimesinin
‘duâ’ mânâsına geldiğini” söyledi. Îtiraz edince karışıklık çıktı. Dayak
yemekten, tanımadığım birkaç kişinin beni destekler mâhiyette konuşmasıyla
kurtuldum. Bu olayı da Üstada anlatıp, konağındaki toplantılara katılan o
hocamızı hizaya getirmesini sağlamaya karar verdim. Fakat uygun bir fırsat
çıkmadı. Bir müddet sonra da Üstâdımız hastahâneye yattı. Birkaç gün sonra
Cumhuriyet Gazetesi’nde vefat haberini okudum.
İbnülemin
Mahmud Kemal Bey’in cenâzesi İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki merkez
binasına getirildi. Burada bir tören yapıldı. Cenaze namazı Bâyezit Camii’nde
kılındı. Tabutu cenaze arabasına konulmadı. Tekbir ve tehlillerle Beyazıt’tan
Lâleli istikametine doğru eller üstünde taşındı. Aksaray Vâlide Camii önüne
gelince emniyet görevlileri mâni oldular. Cenaze arabaya konularak mezarlığa
götürüldü. Zannediyorum ki İbnülemin Mahmud Kemal Bey Cumhûriyet döneminde ilk
defa tekbir ve tehlillerle uğurlanan kimsedir. Üstad, Merkez Efendi
Mezarlığı’nda yatmaktadır.
îbnülemin
Mahmud Kemal Bey vefatından birkaç gün önce hastahanede tuttuğu günlükte
şunları yazmıştır:
‘21 Mayıs
Salı. Hava sabahleyin açıktı. Sonra kapandı. 6’dan sonra Tahsin geldi. İğne
yaptı. (Tahsin Prof. Kâzım İsmail Gürkan’ın kliniğinde çalışan hasta bakıcıdır)
Çay içtim, yağlı simit yedim Kâzım İsmail, Ali Eşref, kudemâdan (eskilerden)
Operatör Alı Rızâ (Gureba Hastahanesi emekli operatörü Dr. Ali Rıza Altoğan) ve
birçok asistan geldi. Her türlü mukaddemat (ameliyattan önce yapılması gereken
işler) hazır. Yarın da kan alınacağından Perşembe (23 Mayıs 1957) ameliye
(ameliyat) muhtemeldir. Ali Eşrel’in kulağına, ‘Beni çoluk çocuğun eline
bırakmayınız.’ (Ameliyatımı sizler yapınız.) dedim. O (Ali Eşref) ve Kâzım ‘Öyle şey mi olur?’ dediler.
Gerçekten de
Üstad’ın ameliyatını Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan ile Dr. Ali Eşref Gürsel
yapmışlardı. Lâkin İbnülemin Mahmud Kemal Bey ameliyattan sonra vefat etmişti.
Taha Toros Bey’in şu notu çok anlamlıdır:
Ecel geldikte fâide vermez
Tedâvi eylese hatta Azrail
Prof. Dr. Asaf Ataseven: (1932-2008)
Gaziantep’te dünyaya geldi. Genel Cerrahî uzmanıdır. Gurebâ Hastahânesi’nin vakıf
üniversitesi hâline getirilebilmesi için yıllar boyunca mücâdele etti ve
başardı. Aydınlar Ocağının kurucuları arasında yer aldı. ‘Din ve Tıp Açısından Domuz Eti’ ve ‘Târih Boyunca Sünnet’ isimli eserleri vardır.
Hayatından Ber Kesit…
Kanun
sanatkârı ve bestekâr Ekrem Karadeniz anlatıyor:
Her Pazartesi
günü, İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in Konağında, Cumartesi geceleri de bizim evde
mûsikî sohbetleri yapılırdı. Dolayısıyla arada sırada bize de gelirdi. Bu arada
şunu da söyleyeyim: Merhum, gittiği yere kahvesini de kendisi götürürdü. Az
kavrulmuş, yeşilimtrak bir kahveyi cebinden çıkarır, ‘Benim kahvemi bundan yapın.’ derdi. Kimsenin evinde yemek yemezdi.
Çarşamba
günleri de ders verdiğim öğrencilerimle konağa gider, fasıl geçerdik. Bir
defasında bir muziplik düşündük. Kız öğrencilerimden biri kulağıma eğilecek,
birşeyler söyler gibi yapacak fakat bir şey söylemeyecekti. Fasıl başlamadan
önce plânı tatbik ettik. Hemen sordu:
-Ne dedi?
-Önemli bir
şey değil efendim. Israrla ve belki on defa daha sordu.
Böyle olmasını istiyordum.
Sonunda mecbur kalmışım gibi açıkladım: ‘Efendi
Hazretleri yakışıklı, boyu-posu yerinde. Malî durumu da iyi. Acaba şimdiye
kadar niçin evlenmemiş?’ Dedi.
Mahmud Kemal Bey, ‘Peki, söyleyeyim.’ deyip açıkladı: ‘Ben hayatım boyunca 21 defa nişanlandım; ama
hiç birisiyle evlenmek nasip olmadı.’ Kızların ısrarı üzerine 21 ismi tek
tek söyledi ve sonuncusunun Sadrıâzam Said Paşa’nın kızıydı. Sabiha Hanım’la da
evlilik gerçekleşmeyince bu işten tamâmen vazgeçtim.
Merak edenlere özel hayatı
hakkında bilgi vermekten çekinmezdi.