İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 19

74

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kend
isine

 

Hakkında Yazılanlar-1

İbnülemin Mahmud Kemal’e Dâir-1

Prof. Dr. AHMET HAMDİ TANPINAR

İbnülemin
Mahmud Kemal Bey’in ilk eserlerini, bilhassa Âsâr-ı Müfide Kütüphânesi’nde
çıkan divan mukaddimelerini daha Sultanî talebesi iken Antalya’da okumuştum.
Kendisini Türkiyat Enstitüsü’nde tanıdım. Selâmlaşmakla başlayan münâsebetimiz
-zavallı Tevfik, senin odanda- sonuna doğru benim için oldukça şaşırtıcı, fakat
ciddî bir dostluk oldu. Çünkü bu çalışkan, zekî, iyi kalbli olduğu kadar tok
sözlü, alıngan, mütecessis ve dedikoducu, her mânâsiyle acaip adamla hemen
hemen müşterek hiçbir tarafımız yoktu. Şiir, mûsikî, düşünce, değerleri alış
tarzı, hattâ kültürün kendisi aynı değildi.

Sâdece ayrı
nesillerden değil, ayrı ufuklardan gelen insanlardık. Kendi neslimden, hattâ
benden de gençler arasında aynı şartlarla karşılaştıklarımız vardır. Bununla
berâber O’nu çok sevmiştim. Bu cinsten ayrılıkların insanda yaratması tabiî
olan huzursuzluk, hattâ münâsebetin devamı için her lâhza tarafsız mantakalar
arama mecburiyeti dahi, bu dostlukta bana ağır gelmezdi. Diyebilirim ki O’nu
sevilmesini istediği şekilde sevenlerden biriydim; yâni her lâhza bende esas
olan birtakım şeyleri fedâ etmiş görünerek.

İşin garibi,
O’nun bende ve herkeste buna bile bile razı olmasıydı. İbnülemin Mahmud Kemal
Bey etrafiyle bir çeşit gizli muvazaada karşılaşmayı kabul eden insandı.

Bu yüzden
etrafiyle münâsebeti, abese kadar giden bir protokolla tespit edilmiş gibiydi.
Bu protokolün ilk şartı ve maddesi, kendisine karşı olan hürmetle fantezilerine
mutlak teslimiyetti. O’nun hukuku beşer beyannamesi ‘Ya beni olduğum gibi kabul edersiniz yahut sizin için yokum’ diye
başlardı ve sizin inkârınıza kadar giderdi. Bu sebeple herkes arasındaki hayatı,
komedinin ihtiyarı ile mutlak ve müstebit bir hükümdar arasında sallanırdı.

Meclisinin
bellibaşlı hususiyeti, bu kişiliğin doğurduğu her an komiğe kaçan vaziyetlerdi.

Fakat bu,
zamanımıza hakkiyle hitap etmesi imkânsız birtakım modalarda gecikmiş, bizim
anlıyamayacağımız şekilde zeki ve eğlenceli adam, birtakım büyük meziyetlerle
doğmuştu. Hayatı ve insanları severdi. Kıskanılacak derecede canlıydı. İzzeti
nefisle, unutulma korkusuyla karışık garip ve ısrarlı bir vefâsı vardı.
Gençlikten hoşlanır ve dâimâ arardı. Bir gün yaşıtı olması icap eden bir
misafirin arkasından ‘Bu bunak da ikide
bir bana neye gelip durur
?’ demişti.

***

Hakîkatte
meclisinde en çok rağbet görenler, kendisinden yirmi otuz, hattâ kırk yaş küçük
olanlardı.

İbnülemin
Mahmud Kemal Bey, çoğu bizim nesilden orta yaşlılar arasında öldü ise bunun
mes’ulü seneler ve herkesten gizlediği uzun yaşıdır.

Bütün bu
meziyetlerin arkasındaki insan ise tâbir caizse ‘çağı olmayan’ bir insandı. Kıyafetinden fikirlerine varıncaya kadar
her şey onda karışık bir zamandan, bir çeşit üst üstelikten geliyordu. O’nunla
ancak çok eski ve karışık bir kitabı okur gibi karşılaşmak mümkündü.
Sivastopol’ün zaptını, Balkan Harbi’nin talihsizliklerini, İkinci Mahmud’un
kılıç alayını, Kâmil Paşa’nın sadâretini bütün ciddiyetiyle aynı senenin aktüel
hâdiseleri gibi ve o senelerin zihniyet ve ruh hâlini veren bir kitap, daha
iyisi çok keyfî bir takvim tasavvur edilsin. Bu mâzi adamında ancak uzun
araştırmalarla veya şaşırtıcı tesadüflerle ele geçirebileceğimiz, zamanından
kopmuş şeylerin lezzeti vardı. Beni asıl ona bağlayan şey, bu hâli ve biraz da
O’nun tabiî neticesi olan yalnızlığı idi.

İbnülemin
Mahmud Kemal Bey, bu yalnızlığın farkında mıydı? Burasını pek zannetmem, fakat
O’nun emrinde yaşadığı muhakkaktı. Kendisini, o tatlı ve yapmacığı bol
hiddetlere, şahsına mahsus bin türlü anlaşmazlığa götüren şey de bence hep bu
yalnızlıktan, daha doğrusu hayatla mevcudiyeti zarurî olan birtakım bağların
yokluğundan gelirdi. Yalnızlığa hiç tahammül edemeyen bir yaradılışta olmasına
rağmen, zamanına karşı bu sorumsuzluk, etrâfıyla olan münâsebetlerine, hürriyet
fikrinin ötesinde bir ihtiyarîlik katıyordu. Meclisinde bunu ister istemez
sezdiğiniz için, her lâhza coşturmasını bildiği neşeye dâimâ biraz hüzün
karışırdı.

Niçin söylemeyeyim,
bu canlılığı ve çalışkanlığı ile hepimizi şaşırtan adam, bir kalıntı idi.
Onunla yarım saat baş başa konuşup da, artık mevcut olmayan birtakım şeyleri
varlığının tabiî şartları gibi etrafınızda hissetmemeniz kabil değildi. Devamlı
bir anlaşamamazlık içinde yaşadığı Bâb-ı Âlî bunların başında gelir. Filhakika
eski İyâlât-ı Mümtâze kalemi müdüründe yahut bizim pek hoşuna giden şakamızla ‘son müstemlekât nazırımızda’, baba
evinden sonra en büyük tesir, hareketinin ortasında birdenbire durdurulan bu eski,
defalarca tâmir edilmiş büyük makineden gelir. O’nda Bâb-ı Âlî’nin bir buçuk
asırdan beri birikmiş havası ve ekonomisi vardı. Çalışkanlığı ise doğrudan
doğruya eski Tanzimat kalemlerinde işe başlayanların çalışkanlığı idi. Hemen
hemen on bin sahifeyi bulan basılmış eserlerini, basılmıyan öbürlerini,
bunların hazırlıyan kopya ve müsveddeleri, on beş yaşından itibâren masa
başında geçen hayatında gündelik işler üzerindeki zarûri çalışmaları, bütün o
komisyon lâyihalarını, fezlekeleri düşünün: ömrü boyunca karaladığı ve muhafaza
ettiği kâğıdın yekûnu hakkında bir fikir elde edebilirsiniz.

İbnülemin
Mahmud Kemal Bey, bazı zelzele mıntıkalarında olduğu gibi, Bâb-ı Âlî’nin en
eski tabakalariyle yeniye en yakının çetrefil bir halitası idi. Bu yüzden bu
Meşrutiyet münevverinde, hattâ Tanzimatın üstünden bile atlıyarak, İkinci
Mahmud veya Üçüncü Selim devrine rahatça gidilebilirdi. Kaç defa onunla
konuşurken, Cenap’la, Süleyman Nazif’le, Rıza Tevfik’le ahbap olduğunu
bildiğim, beraber çekilmiş fotoğraflarını evinde seyrettiğim karşımdaki adamın
pekâlâ şâir Beylikçi Ali İzzet Bey veya İkinci Mahmud’un mabeyincisi Sait Bey,
yahut târihimizdeki meş’um rolünü hiç farketmeden, tarîkat birliği
münâsebetiyle o kadar müdafaa ettiği Pertev Paşa, doğrudan doğruya eserini devam
ettirdiği tezkereci Fatin Efendi olabileceğini düşünmüştüm.

Kitaplarını
bizim için o kadar çekici yapan taraflardan biri de bu olsa gerektir. İbnülemin
Mahmud Kemal Bey, sonradan gelen bir tanıklık gibi yazardı. O’nun için
aktüalite veya polemiğin muayyen bir zaman hududu yoktu. Bu yüzdendir ki
eserlerinin mevzuu ne kadar değişirse değişsin, dâimâ kendi tercüme-i hali imiş
hissini verir. Son Sadrıâazamlar’ı, belki Son Asır Türk Şâirleri’ne ilâve
ettiği kendi tercümei hâli kadar şahsına bağlıdır. Çünkü bize Mahmud Kemal Beyi
içinde yetiştiği müessese ve etrafındaki insanlarla verir.

Bu hacimli
kitabın Sait Paşaya ayrılan ciltleri ise, bu bakımdan emsalsizdir. Bizde bu iki
cilt kadar siyâsî bir şahsiyetin üzerinde dikkatle durmuş eser azdır. Fakat
aldanmayalım, bu ciltlerde devrinin politik hâdiseleri ve sadrazam Sait
Paşa’nın hayatı arasında asıl karşılaştığımız şey, İbnülemin Mahmud Kemal
Bey’in kendisidir. Yahut hiç olmazsa, Mahmud Kemal Bey’le olan münâsebetlerinde
yakalanmış, Mahmud Kemal Bey’e hizmet veya ihânet etmiş bir Sait Paşa’dır. Eser
ilerledikçe Abdülhamid’in kendi mizacına göre yarattığı bu vezirin arkasından,
öbür barok terkip, İbnülemin Mahmud Kemal Bey yavaş yavaş bütün egosantrizmi ve
kompleksleriyle tıpkı kırılan kalıbın arasından asıl büstün çıkışı gibi çıkar.

Çünkü insan,
hâdise, her şey, bu yalnız acaipliğiyle lezzetli muharrirde kendisine ve
kendisine yakın olanlara nispetleri derecesinde mühimdir. Kâmil Paşa, Sait Paşa
ile çatıştığı için, Yusuf Kâmil Paşa babasının hâmisi (ve bittabi akrabası)
olduğu için, Âli ve Fuat Paşalar, Yusuf Kâmil Paşa’nın dostları oldukları için
vardırlar. Böylece tabaka tabaka peykleriyle teşekkül eden güneş manzumesinin
ortasında ise terkibin tabiî merkezi olarak ve kendi değerler cetveline göre
hükmetmek için muharririn kendisi bulunacaktır.

Böyle bir
dünyâ, içinde yaşanan asıl dünyânın ortadan kalkması değilse bile, ikinci
dereceye inmesiyle kurulabilirdi. Filhakika bu iki ciltte bütün bir vesika
bolluğuna, hakikî bir araştırma isteyen istişhatlara (şâhit göstermelere),
biyografi bilgilerine rağmen bu asıl dünyâyı bulmak çok güçtür. İbnülemin
Mahmud Kemal Bey o cinsten muharrirlerdendir ki, Mütâreke gibi felâketli bir
devir birkaç satırda, baba evinin Fransızlar tarafından işgali hâdisesine
istihâle eder (dönüşür). Abdülhamid Han istibdadı ve keyfiliği, sembolünü
babasının Kozan’a tâyininde bulur ve Balkan Muharebesi, Birinci Cihan Harbi
gibi büyük ve elîm hâdiseler, kendisine ait bir maaş haksızlığının hikâyesinde
ihmâle lâyık birer istitrad (asıl mevzu ile alâkalı değilken yeri geldiği için
söylenen söz) hâline gelirler. Bununla beraber son devirlerimiz târihi hakkında
O’nun kadar orijinal vesika neşretmiş, bütün bu yüz otuz senenin yayını
üzerinde durmuş muharririmiz azdır. Matbu ve yazma görmediği eser, Bâb-ı Âlî
kalemlerinden geçip de kopyasını almadığı bir vesika yoktur, denebilir.
Tecessüsünü durmadan sağa sola uzatan bir muharrir, her adımda basılmış veya
basılmamış vesikaların yeni bir harmanını yapar.

Son
Sadrıâzamlar’ın çoğu, enstantane fotoğraflara benzer vesikalara dayanan
hakîkatine rağmen bize o kadar değişik görünmesinin bir sebebi, insanları ve
hâdiseleri çok yakından, âdeta dibinden görmekten gelen perspektiv değişikliği
ise, öbür sebebi de muharririn egosantrizmi ve üstüne aldığı mâziyi behemehal
temize çıkarmak vazifesidir.

Bu egosantrizmin
ne olduğunu hiçbir şey Son Asır Şâirleri’nde kendisine ayırdığı kısımda saydığı
eserlerin adları kadar iyi göstermez. Filhakika muhtelif isimler altında
neşredilen bu eserlerin hemen hepsi neşredilmeyenlerle beraber -15 eser- ya
‘Kemal’ kelimesiyle başlıyor veyahut onunla bitiyordu. Son Asır Türk
Şâirleri’nin asıl adı ‘Kemül’üş-şüera’,
Son Sadrıâzamlar’ın ise ‘Kemal’üssudûr
idi.

Zamanından
böyle çözülmesi elbette bir anda olmadı. O’nun da etrâfıyla anlaştığı bir
devir, dilini konuştuğu bir nesil, herkes gibi olmamakla beraber yine lezzetle
yaşadığı gençlik seneleri vardı. Şakalarına hayretten başka cevap aldığı
seneler. Her şeyden sarfınazar, sâdece pandomima, tulûat, karagöz, orta oyunu
gibi eğlencelerden bu esere ve üslûba, hattâ şahsiyete girmiş unsurlara dikkat
etmek, bize çocukluk ve gençliğini ne kadar derinden yaşadığını gösterir.

Bütün bunlara
çok sıkı birtakım hadlerde hakikaten gecikmiş muhafazakâr aile terbiyesini ve
bir çeşit dine benzeyen bir baba ve aile saygı ve sevgisini de ilâve etmek
gerekir.

İbnülemin
Mahmud Kemal Bey’in şahsiyetinde asıl çekirdeği, tâbir câizse, bu aile dini
verir. Bütün kompleksler orada toplanır yahut ona değişir. İşte kendi zamanı
ile arasına giren şey, şüphesiz bazı psişik noksanların yol açtığı ve kuvvetlendirdiği
bu aile terbiyesidir. Bu terbiyeyi şu veya bu sebeple sâhasını genişletmiş
mukaddes fikriyle ifâde etmek belki en doğrusudur.

Bütün bunlar
Bâb-ı Âlî gibi muayyen teşrifatı, âdâbı bulunan, her şeyden evvel kendisini
birtakım zarûri şekiller içinde görmeğe mahkûm ve Tanzimattan beri o kadar
gayretle yenileşmiş siyâsî bir merkezde O’nun yolunu tabiatiyle kesecek, hattâ
bazı zarûretlerle göz yumulan bir unsur hâline getirecekti. Sait Paşa devrinde
bir ara sâdece kıyâfeti için kardeşi Tevfik Bey’in Anadolu’da bir memuriyetle
Bâb-ı Âlî’den çıkarılması düşünüldüğünü kendisi anlatır. Bu şüphesiz O’nun için
de sık sık mevzuubahis olan bir şeydi. Bunula beraber İbnülemin Mahmud Kemal
Bey, aile münâsebetleri, girginliği, patavatsız olmakla berâber, rahat ve cerbezeli
konuşması ve ona dayanan değerler dünyâsı ile eski kültürümüze ait az çok
sağlam, bilhassa filolojik bilgileri ve nihâyet çalışkanlığı ile etrâfına
kendisini âdetâ zorla kabul ettirmişti.

Hakîkat şu ki,
Bâb-ı Âlî O’na biraz da bu çalışkanlığı yüzünden göz yumdu ve bilhassa politika
dışı işlerde çalıştırmakla kendisini asıl istidâdı olan sahalarda yapma
imkânını verdi. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in şahsiyeti Bâb-ı Âlî’de asıl
metne, yâni politikaya muvâzi yürüyen bir çeşit hâşiye gibi teşekkül eder. Zâten
edebiyattan gelmişti. Gençliğinde yazdığı iki romanı ve bir hikâyesi vardı ve
gazetelerde bir yığın yazısı çıkmıştı. Asıl şöhreti, hattâ eseri ise, eski
kültürümüze karşı bilhassa Birinci Cihan Harbi içinde resmî muhitlerde uyanan
alâka ile başladığını unutmamalıdır. Sürüp giden muharebenin temin ettiği o
acaip ve felâketli istikrar içinde, Ziya Gökalp Rönesansının getirdiği bu kendi
üstümüze dönüşte eski şeyleri hakîkaten bilen insanlar, birdenbire değer,
kazanmışlardı.

Şurası da var
ki, bu muhafazakâr adam, içinde bulunduğu müessese ile bir başka noktada çok
iyi anlaşıyordu. Benzeri müesseseler gibi, Bâb-ı Âlî de biraz arşivdi.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’de arşivist ve kolleksiyoncu, dâimâ ön plandadır.
Kendisine ilk verilen büyük iş, bir arşiv işi oldu. Meşrutiyetten sonra Yıldız
evrakını tasnif etmeye memur komisyona tâyin edildiği gün, muharrir İbnülemin
Mahmud Kemal Bey’in asıl doğduğu gündür, denebilir. Bu işe nasıl bir dikkat ve
şevkle giriştiğini, bu evrakı ne kadar ciddiyetle elediğini, Sait Paşa ile
Kâmil Paşa arasında çıkan ve Meclisi Mebusan’dan matbuata intikal eden
polemiğin hikâyesinde görürüz. İbnülemin Mahmud Kemal Bey, Yıldız evrakını
avucunun içi gibi biliyordu. Sâdece bu dikkat, bu işe ne kadar evvelden
hazırlandığını gösterir. Filhakika daha çok evvelden, Fatin Efendi tezkeresini
tamamlamağa karar vermiş, sağdan soldan biyografik malûmat, el yazısı ve
fotoğrafı toplamağa başlamıştır.

Toplamak,
tasnif etmek ve dikkatle saklamak… Böylece koleksiyon yavaş yavaş teşekkül
edince, boşluklar kendiliğinden meydana çıkar. İşte o zaman arama ve bulma
başlar. Bir bakıma eseri zaman içinde bir merak ve ihtirasın etrafında
kendiliğinden bir istalaktit (sarkıt) gibi teşekkül etti; o kadar, yalnız
malzemesinden ibâret hissini bırakır. Bâzı kuş yuvaları gibi en dağınık ve
birbirine yabancı unsurları ifrazlariyle birleştirerek, bütün bir kütüphâneyi
hazırladı.

Bu ifrazlar
(ayrılmalar), onun mâzi sevgisi, hâtıralara olan hürmeti, tecessüsü ve
kızgınlıkları, değerler karşısındaki vaziyetidir. Mizacı ne kadar yalanlarsa
yalanlasın, yahut ciddî notunu inkâr ederse etsin, muayyen bir değer cetveli
olan adamdı. ‘Kendisine sâdık olmak
dediğimiz ve bugünün insanından o kadar çok istediğimiz davranışın üzerinde
Türkçede en çok ısrar eden muharrirlerden biri, muasır hayata o kadar uzak olan
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’dir. Ve hakî-katte de biraz fazlaca şahsî şekilde
tefsir ettiği aşikâr olan değerler dünyâsına sâdıktı. Gerek Son
Sadrıâzamlar’da, gerek Son Asır Türk Şâirleri’nde bize o kadar garip görünen
bütün bir tenkid cihazını işleten şey bilhassa budur: İbnülemin Mahmud Kemal
Bey, aramızda çok eski bir zamanın ahlâkı ve örfü nâmına konuşan adamdı. Onda
hüküm denen şey muasır değildir. Başka bir zihniyetin münhanisi (eğrisi)  üzerinden bize geliyordu. Onun içindir ki,
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in okuyucuları üzerinde -birçok meselelerde
getirdiği sarâhate rağmen- ilk tesiri, bâzı görüş ve hâfıza hastalıklarının
sebep verdiği yanlışlıklara benzer.                                         (DEVAM EDECEK)

Önceki İçerikTarih Bunları da Yazacak
Sonraki İçerikİbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 20
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.