Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
Eserleri-7
Hoş Sadâ-2
İbnül Mahmud Kemal İnal Efendi Hazretleri bir toplantıdan çıkarken ‘Önümüzdeki Pazar bana geleceksin, seninle
Necmettin Molla’ya gideceğiz.’ dedi. Söylediği günde konağa gittim ve
birlikte yaz günü olmasına rağmen Yusuf Ziya Ortaç’ın makalesinde okuyacağınız
kıyafetiyle Karaköy iskelesinden vapurla Necmettin Molla’nın Büyükdere’deki
konağına ulaştık. Konağın bahçesinde karşılıklı koltuklarda oturmuş halde, bu
bilgi hazînesi iki ihtiyar, geçmişteki hâtırâlarını dile getiriyorlardı: Ben de
22-23 yaşlarında bir genç olarak -bir köşeye âdeta büzülmüş halde- neler
konuştuklarıı tâkip etmeye çalışıyordum. Daha sonra yemeğe geçildi; sofrada
herhalde 15-20 kadar, yaşları, belki en genci 60-70 yaşlarında dâvetliler
bulunuyordu. Efendi Hazretleri beni yanına oturtmuştu. O mecliste Enver
Paşa’dan iki yaş küçük olan amcası ve Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı
Devleti’nin yaptığı bütün savaşlara katılmış olan Halil (Kut) Paşa’yı tanımıştım.
Bu toplantıda bestekâr, hukukçu, politikacı aynı zamanda İttihat ve
Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerinden birisi olan Servet Yesari Bey’den
bahsedilerek O’nun meşhur hisar buselik şarkısını okumam istendi. Şarkının aslı
-bir hadise var can ile canan arsında- olmasına rağmen Efendi Hazretleri bu
şarkıyı ‘can ile canan arasında hâdise
olur mu hiç, olsa olsa râbıta olur’ diyerek bize hâdise’yi rabıta şeklinde
çaldırıp söyletirdi. Ben de tabiî ki üstadın istediği şekilde okudum. Üstadın
bu münâsebetle bir başka şarkıda da değişiklik yaptığını söylemeliyim. Yesari
Asım Arsoy’un Hüseyni şarkısındaki –Çıkmam
Allah etmesin meyhaneden– mısraını –Girmem
Allah etmesin meyhaneye– şeklinde değiştirerek çaldırıp okuturdu.
Efendi Hazretlerinin pazartesi toplantılarına çok tanınmış da olsa
şöhret de olsa hanım giremezdi. Doğrusu ben hiç rastlamadım; ancak son yıllarda
Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’in hanımı, bir keresinde de Dr. Necmettin
Hakkı İzmirli’nin hanımının katıldığını duymuştum.
Mesut Cemil Bey1, 1952-1955 arasında İstanbul radyosu
müdürlüğünü ifa ederken ‘Efendi Hazretleri’nin kendisini aramadığından şikâyet
ederdi. Tamburi Cemil Bey’in ise Mühürdar Emin Paşa döneminde sazlarını bir
faytona koyarak konağa geldiğinden bahisle kızgınlığını ifâde edecek sitemlerde
bulunurdu.
Efendi Hazretlerine en yakın sima olarak tanınmış târihçi
ve nüktedan Mükrimin Halil2 Bey’i hatırlıyorum; birbirlerine
karşılıklı latîfeler ve şakalar bile yaparlardı.
1950-1951 yıllarında Cerrah Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan (1905-1972)
İstanbul Üniversitesi rektörlüğüne seçilmişti. Rektörlük üniversite kapısının
sağındaki binada idi. Efendi Hazretleri Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan’ın yeni
görevini tebrik etmek üzere önce rektörlüğe geliyor bulamayınca kapalı çarşıdan
geçerek Cağaloğlu’nda Kâzım İsmail Bey’in apartmanına kadar yürüyor. Önce
asansöre binip en üst kattaki oturduğu dâireye çıkıyor, orada bulamayınca da en
aşağı kattaki muayenehanesine iniyor. Hocayı orada da bulamayınca şu latîfeyi
ihtiva eden notu bırakarak ayrılıyor:
‘Rektörlüğünüzü tebrik için önce
rektörhâneye geldik sizi bulamadık, kapalı çarşı tarîkiyle devlet hanenize
geldik, orada da yoktunuz. Bir ümit ile muayenehânenize indik, ne çâre orada da
yoktunuz. Bilmem ki hangi hânedesiniz?’
Efendi Hazretleri çok hatırşinas idi. 1952 yılında oğlum Bülent’in
doğumunu öğrenince Lâleli’ye kadar gelerek ezan ve kameti kulaklarına okumuştu.
Yakınlarının cenâzelerine çok uzak da olsa mutlaka giderdi, hastaları aradığını
da çok iyi hatırlıyorum. Beni mahcup edecek kadar memnun eden davranışlarına da
şâhit oldum: 1951 yılında Beyazıt’tan Tünel meydanına kadar zahmet ederek nikâh
merasimimde bulunarak bizleri taltif etmişti. Daha sonra Cağaloğlu’ndaki
evimize Kâzım İsmail Gürkan ve Sıddık Sami Onar ile birlikte gelerek şeref
vermişlerdi.
Mûsikî Allah’a ve ahlâka götürücü yollardan biridir. Mûsikî, insanı
arıtan, iyileştiren yöntem ve araçlardan biridir. Ayş ü nûş eylemeyi (yiyip
içmeyi) mûsikînin ayrılmaz parçası sayan yeterince arınmamış insanlar,
İbnülemin’in veya Ekrem Karadeniz’in konaklarındaki tertip olunan mûsikî
iklimlerinde bulunabilmiş olsalardı…
İbnülemin’in sekseninci yaşı dolayısıyla İstanbul Üniversitesinde
yapılan muhteşem jübile töreninde ‘Efendi Hazretleri’nin şiirlerinden Ekrem
Karadeniz tarafından bestelenmiş olanlarından meydana gelen ‘icra’yı dinlemiş
olsalardı; o muhteşem törenin parçası olan o mûsikî icraâsındaki arındırıcı
yüceliğinin orada bulananlardan biri ve benim gibi bir parçası olabilselerdi…
O’nun ‘ilme, sanata hizmeti’
konusunda ‘jübile’ türünden büyük bir töreni İstanbul Üniversitesi
Rektörlüğünün yapmış olması bir kadir bilirlik idi; görev almış olmaktan haz ve
şeref duyduğum o günkü özel konser, gerçek aydınların Türk mûsikîsine
saygısının da gösterilmesidir.
‘Hoş Şadâ’ isimli eserinden
sık sık bahsederdi; biz o târihlerde bestekârlar ve mûsikî târihimiz hakkında
bilgi edinecek kaynak bulamazdık ve bu eserin bir an evvel yayınlanması için
duâ ederek bekleşirdik. Üstad 1957 de Hak’ın rahmetine kavuşunca müsveddeler
Yeğeni Selma Hanım’dan alınarak, son kısmı Avni Bey tarafından tamamlanarak,
kitap, Hasan Âli Yücel’in yönettiği İş Bankası kültür yayını olarak sonraları
basıldı. Başına konulan yazılar da resimler de gerçek târihçilerin
değerlendirebileceği metinlerdir. Eserin mûsikî kitaplığımızdaki yeri emsalsizdir.
İbnülemin Bey bilgisi ve yaşayışı ile bugün çok yaygın kullanılan
niteleme ile bir ‘fenomen’ idi.
Târihçi, biyograf, bibliyograf, hat ve ebru sanatı uzmanı, mûsikîyi bir zevk
aracı değil, insanla cennet arasındaki uyumlandırma temrinleri sayan, fart-ı
hassasiyet sâhibi bir şahsiyet idi. O’nun hakkında birçok yazı vardır. Merhum
dostum Faruk Kadri Timurtaş’ın, Kâzım İsmail Bey merhum ile Tanpınar’ın
yazıları mutlaka okunmalı.
Yetmiş yıldır milletime ve kültür hayatımıza hekimlik ve mûsikî sanatı aracılığı
ile hizmet etmeye çalıştım. Eskilerin ‘irfan’
dedikleri servetten hisseme düşenleri toplamaya, sonra da tekrar paylaşmaya
gayret ederek yaşamanın mutluluğunu tadarak ömür sürdüm. Bu ömrün içinde ilim,
sanat, siyâset, idaâre ve ticâret alanlarının gerçekten ışıklı yıldızları
vardı. Bazılarının hakkının yenmiş, bazılarının ise dil ve zevk değişmeleri
yüzünden gölgede kaldıklarını üzülerek ifâde etmek isterim. O yıldız
şahsiyetlerden biri nev’i şahsına münhasır ‘Efendi
Hazretleri’ veya ‘İbnülemin’ unvanıyla
tanınan Mahmud Kemal İnal’dır.
Prof. Dr. NEVZAD ATLIĞ
Hoş Sadâ Hakkında…
Eser, Yusuf
Ziya Ortaç’ın; ‘Takdim’, Hasan Âli
Yücel’in; ‘Üstad İbnülemin Mahmud Kemal
İnal’, Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmâil
Gürkan’ın; ‘Üstad İbnülemin’e Dâir’,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın; ‘İbnülemin
Mahmud Kemal İnal’a Dâir’, Muzaffer Esat Güçhan’ın; ‘Bâzı Husûsiyetleri ile İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ başlıklı
makaleleri, Avni Aktunç’un; ‘Üstada
Kaside’ başlıklı şiiri ve Üstâdın ‘Vasiyetnâmesi’nden
sonra İbnülemin Mahmud Kemal İnal üstâdın, eserine yazdığı 12 sayfalık ‘Giriş’ başlıklı yazısı ile ‘Hoş Sadâ’
isimli eseri başlıyor. Eserde yer alan bestekârlar, harf sırası ile tanzim
ediliyor. Beste sâhibinin önce hayat hikâyesi, eşkali mezarının bulunduğu yer,
bestelerinin güftesi yer alıyor. Gerekli açıklamalar dipnotlarda veriliyor.
Birinci bestekâr ‘Basmacı’ unvânı ile
anılan Abdi Efendi, ikinci bestekâr Hüseyin Avni Paşa önderliğindeki cinâyet
şebekesi tarafından, hâince bir tertiple şehid edilen Sultan Abdülaziz Han’dır.
Abdülbâki Nâsır Dede (1765-1820), Abdülkadir Bey (1873-1946), Âfet Mısırlıyan
Efendi (1850-1922), Ahmed Ağa (vefatı: 1794), Ahmed Efendi (vefatı: 1883),
Ahmed Efendi (Yağlıkçızâde)’den sonra 32 bestekâr hakkında bilgi verilmesini
takiben üstâdın vefatı sebebiyle yarım kalan eser, hazırladığı belge ve
notlardan faydalanarak Avni Aktunç tarafından tamamlanıyor.
164
Üstâdın Jübile Nutku
Aziz vatanımızın medarı iftiharı olacak surette
yetişeceklerini ümit ettiğim münevver geçlerimizin hakkı âcizanemde dâimâ ibraz
ettikleri muhabbet ve hürmet âsarı cemilesinden olarak geçen sene yine bu
mevsimde tertip ettikleri jübilenin teşekkürünü lâyıkiyle îfa edemediğim halde
bu sene de namı âcizaneme izâfe ettikleri bu şerefli toplantıdan dolayı da
hissiyatı müteşekkiranemi nasıl izah edeceğimi bilemiyorum. Çok defa mânalı
sükût, sözden daha müessir olur. Ben de hâlisâne ve beligane şükür ve minnet
ifâde eden sükûtu, riyâya mahmul olabilecek sözlere tercih ederim.
Memlekete hizmet edenlere gösterilen hürmet,
görenlerden ziyâde gösterenlere aittir. Kıymeti olmıyan âdem kıymeti olan âdeme
riâyet etmez. Esâsen o kabil âdemler indinde kıymetin mânâsı yoktur. Kıymeti,
kıymeti olanlar bilir.
Yine
erbabı bilir ehli kemalin kadrin / Nezd-i cühhalde âlim ile câhil birdir.
diyenler,
hakîkate tercüman olmuşlardır. Hayatını, vatanın saadetine vakfedenler,
vatandaşların takdir ve tevkirine mazhar olurlarsa hizmetlerinin dünyaya
teallük eden mükâfatını gördüklerine kanaat ederek mesrur ve daha fazla hizmet
etmeğe vicdanen mecbur olurlar. Nankörlük, hem sâhibini, hem memleketi
mutazarrır eder.
Vaktiyle bir İngiliz âliminin, bir eserde ‘İnsanlık âleminin velii ni’meti’ nam-ı
hakikat encamiyle yâd ettiği Resuli âzam, mürebbii âlem efendimiz ‘Nâsın hayırlısı, nâse nef’i olandır’
buyurmuşlardır. Nâse hizmet edenler, madem ki nâsın hayırlısıdırlar, onların
kadrini bilmek, lâyık oldukları hürmet ve muhabbette kusur etmemek hamiyyeti
vataniyye, erbabı için en mühim bir vazifedir. O vazife hakkiyle eda olunursa
pek çok hayırlı ve kıymetli insan yetişmesine ve hakîkatte vatanı azize büyük
hizmet edilmiş olur. ‘Söyleyenden
dinleyen ârif gerek’ müeddasını ihtar ile bu sadedde bu kadarla iktifa
etmek münasiptir.
‘Mûsikî günü’
nâmı verilen bugünkü toplantıda – eyyamı sahavetten beri muhibbi olduğum –
mûsikîden bahsetmemi arzu eden zevatı kırmamak iç bu husustaki aczimden iğmaz
ederek ve malûmu i’lâm kabilinden olduğunu bilerek birkaç söz söyleyeceğim.
Mahlûkatın ekmeli olan insanda değil,
can taşıyan diğer mahlûkatta da teganniye tabiî bir meyl vardır. Beşikteki
çocuklar teganniden mütehassis olurlarken, mûsikînin mecnunlar üstünde tesiri
görülürken, ejderler ve timsahlar mûsikî ile avlanırlarken, hattâ bazı erbabı
fennin beyanlarına göre çiçekler bile mûsikîden müteessir olurken mûsikîden
hazzetmeyenlere ne demek lâzım geleceğini yine onlar takdir etsinler. İslâm’ın
en büyük âlimlerinden olan İmamı Gazali ‘Baharın,
çiçeklerin, ve mûsikînin müteessir etmediği şahsın mizacı fasittir.’
demiştir.
Erbabı tetkik ‘Taam bedenin gıdası olduğu gibi gına3 da ruhun gıdasıdır. Gına, fehme safvet,
zihne rikkat, haşine linet, cebine cesaret, bahîle sehavet verir.’
demişlerdir ki bütün tecrübeler, bu hakîkati ispat etmektedir. Ben de bir
eserde mûsikîye ‘ruhun tekellümü’
demiştim. Ruh, cesede hâkim olduğu gibi ruhun tekellümü de havas üzerinde
nafizül ahkâmdır. Bir yerde de ‘Aşkın
lisanı’ demiştim. Aşkın lisanıdır ki tekellüm ettikçe ruhumuzu i’lâ ve
hüsni ezeliyi temaşa etmişçesine can ve cananımızı ihya etmektedir. Bu
sebepledir ki eski eserlerde mûsikî ‘ilmi
şerif’ nâmiyle yâd edilmiştir. Şerâfeti muhâfaza etmek için nasıl hareket
etmek lâzım geleceğini iz’an sâhipleri tâyin eder. Vaktiyle mûsikîden anlıyan
bazı ehibba ile bir mûsikîhaneye gitmiştik. Okuduğunu bilen bir hanende, en
kıymetli üstatlardan Kömürcüzâde Hafız Efendi merhumun en nefis eserlerinden olan
Hüzzam bestesini şevku letâfet ile okurken zâhiri beşer, bâtını har olan bir
şahıs ‘Biz güzel şeyler dinleyip eğlenmek
için para verdik. Böyle can sıkıcı saçmalar dinlemeyiz.’ dedi, gitti.
Anlamıyana anlatmak, hissetmeyene ettirmek kabil midir? Şu noktaya da işâret
etmek lâzımdır ki bîpâyan bir deryâ olan mûsikîde biraz behre hâsıl etmekle
bestekârlığa kalkışmamalıdır. Cüz’i malûmatla bestelenecek âsarın hayatı pek az
zamana münhasırdır. Bir müddet terennüm olunur, sonra unutulur, gider. Yıllarca
çalışarak ihtisas kesbeden üstatların eserleri, aradan asırlar geçerek – mâhiyeti
asliyesini az çok kaybettiği halde de – kemâli zevk ve şevk ile okunuyor ve
okunacaktır.
Mûsikîye müncezip olduğumdan envai
müşkilâta rağmen elli yıldan beri haftada bir gece fakirhânede mûsikî bezmi
tertip ederim. Mûsikî erbabından olan muhiplerimiz lütfen gelirler, bilerek
okurlar, çalarlar. Şikâyet değil, hikâyet olarak söyliyeyim: ‘Mutlaka gelirim’ deyip de gelmiyen, bizi
intizarda bırakan bazı hânende ve sâzende dostlarımızla mûsikî ile
münâsebetleri olmadığı halde erbabı mûsikî arasına katılanlardan, fasıl esnâsında
uykuya, yahut yanında oturan adamla lâfa dalanlardan, bahusus şahıslarını
tanımadığım halde kendi kendilerini dâvet ederek, yahut tanıdıklarımdan birinin
ardına takılarak çalgılı gazinolara gider gibi bîpervâ gelenlerden, vedâ
etmeden gidenlerden maddî ve manevî çektiğim mihnet, aldığım zevke galebe eder.
Ne diyeyim, ‘Bağban bir gül için bin hâre
hizmetkâr olur.’
Pek uzayan söze nihâyet verirken bu
toplantıyı tertip eden talebei kirama şükranımı kemâli ihlâs ile tekrar ederim
ve mesleklerinde kesbi imtiyaz ve vatanı azize mühim hizmetler ibraz ile dünyâ
ve ukbâda mesut olmalarını temenni ederim. Toplantıyı açmak lûtfunda bulunan
üniversitemizin vücudiyle fâhir olduğu muhterem rektör beyefendiye ve
istihkakımın fevkinde kelimatı tayyibe irat eden en büyük hukuk âlimlerimizden
Ali Fuad ve en değerli şâir ve ediplerimizden Hamdi Beyefendilerle şâiri mümtaz
Yenişehirli Avni Bey merhumun hafidi erbabı musikiden Avni Bey’e ve Talebe
Cemiyeti Reisine, bahusus beni taltif için teşrif eden zevatı kirama arzı
şükran ederim. Toplantıya ziynet ve letâfet vermek üzere buraya gelmek
zahmetini ihtiyar eden mûsikî sanatkârlarımıza da teşekkür ederim.
Hoş Sadâ
Hakkında Birkaç Kelime
Eserin son iki bölümünden birincisi ‘Sözlük’ başlığını taşıyor. Burada, eserde
geçen; günümüze erişemeden kullanımdan düşmüş veya bâzı okuyucuların
hatırlamakta zorluk çekeceği düşünülen kelimelerin açıklaması verilmiş. Ancak
bu sayfalar için bir miktar ‘cimri–hasis’ davranıldığını düşünenler
olabilir. Bu cümleden olmak üzere; Âsar, bikes, fart, ibraz… gibi kelimelerin
karşılıklarının verildiği yerde ‘tesâvii
ârâ’ tâbirinin, ‘intizar’
kelimesinin karşılıklarının da verilmesi faydalı olurdu. Çünkü okurken veya
yazarken masasında lügat bulunduranlar çok azdır. Ferit Devellioğlu ve İlhan
Ayverdi gibi leksikologların adını bile duymamış insanlarımızın ise pek çoktur.
Kapağına, kâğıdına, cildine ve sayfa
düzenine âzami ihtimam gösterilen bir kitabın tashihlerine de aynı ihtimam
gösterilse idi; s: LXX’de ‘tevfiz’
kelimesi, ‘tefvîz’ şeklinde
düzeltilir ve ‘sözlük’ bölümünde
açıklaması verilirdi. S: 73’de ‘sende dumak’, s: 158’de ‘Gözümde dâim hayali cânan’, s: 277’de ‘Sildi aşkım gözlerimden her şeyi’ gibi
hatâlar gözden kaçmazdı.
KETEBE
YAYINLARI:
Maltepe
Mahallesi, Fetih Caddesi Nu: 6 Dk: 2 Topkapı 34010 İstanbul.
Telefon:
0.212-612 29 30 e-posta: ketebe@ketebe.com
………………..
1Mesut Cemil Bey: (1902-1963) Tamburî Cemil Bey’in oğludur.
Müzik eğitimine, batı mûsikîsi ile başladı. Daha sonra tambur ve viyolonsel
sanatkârı oldu. Müzik hocalığı, Ankara ve İstanbul radyolarında müdürlük yaptı.
2Mükrimin Halil Yinanç: (1900-1961) Edebiyat Fakültesi Târih
Bölümünü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, Türk Târihi Ord. Profesörü.
3gına: Halk arasında
yaygın olarak kullanılan ‘gına’
kelimesinin mânâsı, ‘bıkma, usanma’
demektir. Az bilinen başka bir mânâsı daha vardır: ‘Nağme ile okumak, şarkı söylemek…’