İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Eserleri – 13

76

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kend
isine

 

Eserleri-6

 

Hoş Sadâ

Hoş Sadâ, Türk
müziğinin yaklaşık son iki yüz yılının târihini içeren bir mûsikişinaslar
tezkiresidir. Şeyhülislâm Esad Efendi’nin (1685-1753) 17. yüzyıl ve 18. yüzyılın
ilk çeyreğinde yetişen bazı mûsikîşinasların hayat hikâyelerine yer verdiği ‘Atrabü’l-âsâr fî tezkireti urefâi’l-edvâr
adlı eserde müzikle uğraşan yüze yakın isimden söz edilmektedir. Türünün tek
örneği olan bu eser, Osmanlı döneminin eldeki tek mûsikîşinas tezkiresidir.
Şeyhülislâm Esad Efendi’nin eserinin ardından yazılan mûsikişinaslar tezkiresi
ise 20. yüzyıl ortalarında İbnülemin tarafından kaleme alınan Hoş Sadâ’dır.

Eserin
girişinde ilk önce mevcut yayınlardan söz eden İbnülemin, Şeyhülislâm Esad Efendi’nin
eserinin yanı sıra Doktor Subhi Bey’in ‘Amelî
ve Nazarî Türk Mûsikîsi
’, Mustafa Rona’nın ‘Elli Yıllık Türk Mûsikîsi’, Sadeddin Nüzhet Ergun’un ‘Türk Mûsikîsi Antolojisi’ adlı
eserlerinden kısaca bahsetmektedir. Mustafa Rona’nın eserinde önemli pek çok
mûsikîşinasın biyografileri, besteleri ve resimlerinin bulunduğunu söyleyen
İbnülemin, bu eserden faydalandığını belirtmektedir.

Bu eserler
içinde Sadeddin Nüzhet Ergun’un 1942 yılında yayınlanan ‘Türk Mûsikîsi
Antolojisi’ adlı eseri de mühimdir. Türk müziğinin târihi seyrini ortaya
koyabilmeyi hedef edinen bu eserde Türk târihinin İslâmiyet öncesindeki ve
sonrasındaki farklı dönemlerinde müziğin gelişimi, Türk müziğindeki önemli
bestekârlar ve besteledikleri eserler incelenmektedir.

İbnülemin’in
eserinde ise Şeyhülislâm Esad Efendi’nin
eserinden sonraki mûsikîşinaslar konu edilmekte ve eser 1942’den daha ileri bir
târihte son bulmaktadır. 18. yüzyıl ve sonrasını kapsayan Hoş Sadâ’da
mûsikîşinasların hayat hikâyelerine ve resimlerine yer verilmesinin yanı sıra
kaleme alınan metinlerin önemli bir kısmının hâtırat niteliği taşıdığı da ifâde
edilmelidir.

Hoş Sadâ, 1958
yılında yayınlanmakla birlikte, 1937 yılında kısmen kaleme alınmış ve Son Asır
Türk Şâirleri’nin 1942 târihli son cüzünde ‘basılmıyan
eserler
’ arasında gösterilmiştir. Her Ay Mecmuasında 1937 yılında
yayınlanan ‘Unutulan Adamlar’ adlı yazısında ‘mûsikîşinasların, zamanımıza
yakın olanlarının ve zamanımızda yaşayanların bâzıları hakkında mümkün mertebe
toplayabildiğim malûmatı ve mûsikîye müteallik fıkaratı ihtiva etmek üzere
nâçiz bir risaâe yazmağa teşebbüs etmiş ve “Bakî
olan bu kubbede bir hoş sada imiş
mısraından
ilham alarak risaleye ‘Hoş Sadâ’ ismini vermiş idim. İkmal edebilirsem belki
ileride işe yarar
” diyen İbnülemin Bey, bu yıllarda Son Asır Türk Şâirleri,
ardından Son Sadrıâzamlar ve Son Hattatlar’ın yazılması ve yayına
hazırlanmasıyla meşgul olmuş bu eserlerin basılmasının ardından Hoş Sadâ
üzerinde yeniden çalışmaya başlamıştır.

Seksenli
yaşlarında sağlık problemleri yaşayan ve vefatından bir buçuk ay önce yazdığı
bir mektupta ‘bakiyye-i hayâtı (kalan
hayatı) istirahata hasr etmeyip de kendimi mihnetlere sokmak, bâ-husus bu kış
üç ay mütemâdiyen hasta olduğum hâlde yine rahat durmamak bilmem ki kâr-ı akıl
mıdır
?’ diyen İbnülemin’in Hoş Sadâ üzerinde yeniden çalışmasının en önemli
sebeplerinden birisi, yakın çevresi tarafından bu eseri yayınlaması için teşvik
edilmesidir.

İbnülemin
Mahmud Kemal İnal’ın ‘Hoş Sadâ
isimli eseri de; ‘Son Sadrıâzamlar’,
Son Şâirler’, ‘Son Hattatlar’ ve diğer muhteşem eserleri gibi sâhasında büyük bir
boşluğu doldurmuştur.

Müellifinin
ebedî âleme intikali sebebiyle yarım kalan eserin 128. Sayfadan sonrası,
merhumun hazırladığı belge ve bilgilerden faydalanılarak 19. yüzyıl dîvan şâiri
Yenişehirli Avni Bey’in (1886-1884) torunu Avni Aktunç1 tarafından
kitaba dâhil etilmiştir.

Eser, önceki
baskılara göre daha kaliteli olarak Ekim 2019’da, İstanbul’da Ketebe Yayınları
tarafından yayınlanmıştır. 16,5 X 24,5 santim ölçülerinde, sert kapaklı cilt
içerisinde, iplik dikişli, mat kuşe kâğıda basılı 360 sayfadır. 2021 yılı
Ağustos ayında, Ketebe Yayınları, üstâdın ‘Son
Hattatlar
’ isimli kitabını da ‘Hoş
Sadâ
’ isimli kitabı ile aynı kalitede yayınlanıştı. Belirtildiğine göre,
Yayınevi, İbnülemin Mahmud Kemal İnal külliyatının diğer eserlerini de
yayınlanmaya devam edecektir.

Eser,
yayınevi’nin takdim yazısı ilebaşlayıp her sayfada bir adet olmak üzere üstâdın
5 adet fotoğrafından sonra Prof. Dr. Nevzad Atlığ’ın ‘Soluk Hâtırâlardan Yankılanan Nağmeler’ başlıklı yazısı ile devam
ediyor. Yazının metninde ve dipnotlarındaki bilgilerin her satırı, esere önemli
ölçüde değer katıyor. Ehemmiyetine binâen bâzı dipnotlarla birlikte ve
özetmenerek aşağıya dercedilmiştir:

 

Soluk Hâtırâlardan Yankılanan
Nağmeler

1940’lı yıllar… Antakya. İkinci Dünya Savaşı başlayalı aylar olmuştu.
Henüz lise öğrencisiydim. Savaş dolayısıyla Trakya ve özellikle İstanbul halkı,
hükümetçe daha güvenli yerlere tahliye edilmişti. Tahliye mecbûrî olmamakla
birlikte daha güvenli olması sebebiyle, İstanbul ve Trakya halkının, atalarının
veya akrabaların bulunduğu memleketlerine savaş süresince iskân olunması idi.
Bu tahliyenin bir sonucu olmak üzere, Nâmi Karslıoğlu isminde benden 4-5 yaş
büyük bir genç ailesiyle birlikte İstanbul’dan Antakya’ya göç etmişti.

Evlerimizin yakın oluşu dolayısıyle müzikle de ilgisi olan Nâmi ile
kısa zamanda aramızda bir arkadaşlık kurulmuştu. Evimizde geceli gündüzlü olmak
üzere mûsikî ile ilgili toplantılar yapıldığından Nâmi de zamanla mûsikî
toplantılarına katılır olmuştu. Kendisi Kumkapı Mûsikî Cemiyeti’nde küçük
yaşlardan itibaren mûsikî çalışmaları yapmış ve bir vesile ile İbnülemin Mahmud
Kemal Bey’in bir meclisine katılmış. Efendi Hazretleri’nin ismini ilk defa bu
arkadaşımdan işittim. Nâmi her fırsatta ‘Efendi
Hazretleri
’ diyerek İbnülemin Bey’in konağını ve bu konakta her pazartesi
yapılan mûsikî toplantılarını ballandıra ballandıra anlatmaya koyuluyordu. O’na
göre İstanbul’un tanınmış şöhretleri, üniversite hocaları ve müzik adamları bu
konağa gelerek Üstad’ın meclisine katılmaya can atıyormuş. Ben bunları
dinledikçe hayâlimde ‘Üstâd’ı ve meclislerini canlandırmaya çalışıyordum.

* * *

1943 de Antakya lisesini bitirmiştim o târihlerde tek üniversite
İstanbul Üniversitesi’ydi. Eylül ayında bu büyük şehre giderken iki hedefim
vardı: Birincisi, hekim, tabip, doktor olmak; İkincisi, İstanbul mûsikî
muhitinde kendime bir yer edinebilmek. Tıp fakültesine sınavı kazanarak kaydımı
yaptırmıştım artık doktorluk yolu açılmıştı.

Sıra mûsikî muhitine girmek ve daha sonra meşhur konağa ulaşmaya
gelmişti. Yeğenim Vedat da benim gibi mûsikî ile meşguldü ve tambur çalıyordu.
Birlikte kılavuzumuz Nâmi’nin peşine takılıp Kumkapı’da oturan Recâi Bey’i
bulduk. Bu zat Mahmud Kemal Beyin Pazartesi toplantılarında uzun yıllardan beri
kemençe çalan ve sözü dinlenen biriydi. Meramımızı anlattık, aracılığını
istirham ettik, gönlünü aldık, bize kemençe çaldı. Bunun üzerine, önümüzdeki
ilk pazartesi akşamı, İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in konağındaki toplantıya
götürüleceğimizin sözünü aldık. Ama öyle paldır küldür, biz geldik deyip
gidilmeyecekti. Toplantılara kabul edilmemiz için, kapıdan girip, Beyefendi’nin
elini öpene kadar neyi nasıl yapacağımız, konuşma sırasında nelere dikkat
edeceğimiz, oturup kalkmamızdan ikram edilen çayı nasıl içeceğimize kadar her
davranışımızın biçimi bir bir anlatıldı, târif edildi.

Kısacası, sazlarımızı yanımıza alıp konağa gittik. İbnülemin Bey’e
tanıtıldık. Babalarımızın ne iş yaptığı ve öğrenim durumumuz ilk sorular
arasındaydı. Toplantı bir sohbetle başladı. Mahmud Kemal Bey’in ‘tertib-i bezm eyleyelim’ deyişiyle,
sazlar kılıfından çıkarıldı bu arada bizim de icrâya katılacağımız işâret
edildi, akortlar yapıldı. Taksim peşrev derken ben de kendimi fasla kaptırdım.
Tambur çalan Ali Bey ve ûdi Ethem Bey o günden aklımda kalan saz
icracılarından. Çalanlar da sesleriyle okuyanlara katılıyorlardı. Ortada nota
falan yok, ezberden çalıp söyleniyor. Zâten tambur çalan Ali Bey nota bilmiyor,
ama herkesten güzel çalıp söylüyor, hâfızasında her şey var, faslı götüren de
o.

Bilmediğim, iyi hatırlayamadığım eserlerde durumu idâre ettim, bildiğim
eserlerde de fazla bastırmayıp, hafif ve yumuşak sesle çalmaya gayret
ediyordum. (Vaktiyle ustaların yanında, sesin fazla yükseltilmemesinin edep işi
olduğunu babam ısrarla tembih etmişti).

Toplantı sonu, ayrılırken, İbnülemin Bey bir elini omzuma koyup diğer
eliyle başımı okşarken, ‘çok mühim
mâzeretin olmadıkça sen daima geleceksin
’ deyip adımı soyadımı yeniden sordu
ve tekrar etti ‘sen, dâimâ geleceksin.’

Meclise ilk katılışımda yapılan mûsikîyi doğrusunu söylemek gerekirse
pek beğenmemiştim: Nota kullanılmıyordu, sazlar da o zamanın deyimiyle pratik
çalıp söylüyorlardı. Ne yapabilirim diye düşündüm, daha sonraları yakından
tanıdığım müzisyen arkadaşlarımı Efendi Hazretlerine takdim etmeye başladım.
Bunlar arasında Dr. Selahattin İçli, sonradan mâliye profesörlüğüne kadar
yükselen Halil Nadaroğlu, genç yaşta kaybettiğimiz Ahmet Çağan, kanûnî Fikret
Kutluğ ve daha sonraları tıbbıyeyi bitiren Dr. Alaeddin Yavaşça ilk
hatırladığım isimler. Bu arkadaşlarımızın iltihakıyle benim gittiğim gecelerde
mûsikî daha güzel olurdu. Efendi fiazretleri de bu değişikliği hemen
sezdiğinden bana olan teveccühünü esirgemezdi.

Bir pazartesi toplantısında, daha önce adı saygıyla anılan, gelmesi
dört gözle beklenen ünlü neyzen Süleyman Erguner’le tanıştım. Fasıla katılmayıp
sadece sonunda uzunca bir taksim yapmıştı. Başta Mahmud Kemal Bey olmak üzere
herkes nefes almadan dinliyordu. O zamanki yetersiz nazariyat bilgimle
gösterdiği türlü icra tekniklerini pek anlayamamıştım, ama orada bulunanların
hepsindeki içlenme beni de sarmış, âdetâ kendimden geçirmişti. İlk defa bir
virtüözü bu kadar yakından dinliyordum ve şaşırıyordum.

Toplantının sona erişinde dışarıya birlikte çıktık: İkinci Dünya
Savaşı’nın karartılmış geceleri yaşanıyordu, tramvaylar mor ışık kullanıyor,
pencerelere kalın siyah perdeler gerilmiş, göz gözü görmüyordu. Merhum Süleyman
(Erguner) Bey bir ara ‘keman çalmayı
kimden öğrendiğimi
’ sordu. Babamın subaylığından, keman çaldığından,
Edirneli olduğumuzdan söz edince, ‘Sakın
sen Ali Nazmi Bey’in oğlu olmayasın
?’ Benden ‘evet’ cevabını alınca; ‘Bak
sen şu işe yahu… Senin bebekliğini bilirim. Askerliğimi babanızın yanında
Balıkesir’de yaptım. Evinizde yapılan mûsikî toplantılarına katılırdım,
inşallah seninle de devam ettiririz
.’ deyiverdi.

Efendi Hazretlerinin konağının vesile olduğu bu tanışmadan sonra
birbirimize sarıldık ve bu sarılış, aynı heyecanla 1953’te çok genç sayılabilecek
yaşta hakkın rahmetine kavuşmasına kadar devam etti.

Süleyman Erguner… Ne samîmi, ne kadar alçak gönüllü, ne mübarek bir
insandı.

Büyük târihçi ve müzikolog merhum dostum Yılmaz Öztuna2 Türk
Mûsikîsi Ansiklopedisi’nde Efendi Hazretleri hakkında şu cümleleri yazmıştı:

‘… Kendine has mizacı ile de
eşsiz bir şahsiyetti. Fevkalade milliyetçi, dindar, topluma bağlı kendini
milletine borcunu ödemek için dünyaya gelmiş sayan bir zattı. O’nun
menkıbelerini ve söylediklerini Taha Toros* günü gününe yıllarca kaydetmişse
de, pek çok kişiyi kızdırabileceği endişesi ile bu defterleri yayımlamamaktadır
.’

Taha Toros Bey’i üstadın pazartesi toplantılarında tanıdım. Görevi
Ankara’da olmakla beraber sık sık yolu İstanbul’a düşer ve pazartesi
toplantılarında mutlaka bulunurdu. Taha Bey, Efendi Hazretleri’nin çok sevdiği
dostlarından biriydi. Taha Bey her toplantıdan sonra o gece neler konuşulduğunu
kimlerin bulunduğunu hangi şakaların yapıldığını muntazaman defterlere
kaydetmiştir. Kendisiyle ömrünün son 25-30 yılında Etiler semtinde komşuydum.
Bu defterlerin ne kadar değerli olduğunu çok yakından bildiğim için
kendilerinden bunları yayınlamasını çok kereler rica etmiştim ama ne çâe ki
başaramadım.

Efendi Hazretleri’nin bir zamanların çok tanınmış Maarif Vekili Hasan
Âli Yücel’e olan sevgisi ve bağlılığını da zikretmeliyim.

………………………

1Avni Aktunç: 1888 İstanbul’un Eyüp İlçesi’nde doğdu.
Yüksek eğitimini de Dâr’ül-Fünûn Edebiyat Şubesi’nde tamamlayarak 1912
de mezun oldu. Uzun yıllar
öğretmenlik ve memurluk yaptı.
Müzik dersleri aldı Ud ve keman çaldı. Güftelerinin bir kısmını kendisinin
yazdığı 14 kadar bestesi bulunmaktadır. Bunların dışında, İbn’ül-Emin Mahmud
Kemal İnal’ın ‘Hoş Sadâ’ adlı eserini (C) harfinden sonraki bölümlerini
yazmıştır. (Eyüp’lü Bestekârlar’ isimli kitapta bu kadar bilgi vardır.
Sağlığında hazırlandığı tahmin edilen bu metinde, vefat târihi kayıtlı değildir.)

2Yılmaz Öztuna: (1930-2012) şiir, mûsiki sahaları ile
siyâset ve medeniyet târihi konularının aşılmamış üstadıdır. Fuad Köprülü gibi
zengin bir kütüphâneye doğan Yılmaz Öztuna 1950-1957 yılları arasında Paris’te
Siyâsî İlimler Enstitüsü ve Sorbonne’da Fransız Medeniyeti Bölümü’nde okudu.
Ayrıca Paris Konservatuvarı’na devam etmiştir. 1957 sonunda Türkiye’ye vatan ve
millet aşkı ile dönmüştür. O, öldüğü ana kadar okudu, bilgi servetini yazarak
paylaştı. Hayat Târih Mecmuası’nı kurup yaşatan bu yolla 1940 sonrasında
doğanlara târihi tanıtan, sevdiren, târih şuuru kazandıran; önce 12 cilt orta
boy, daha sonra 14 cilt büyük boy Büyük Türkiye Târihi’ni (Ötüken Neşriyat)
yazan çalışkan ve bilgin târihçi… Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından
yayınlanan üç ciltlik Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi ile Atataürk Kültür Merkezi
tarafından bastırılan Türk Mûsikîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi’nin
müellifi… MEB tarafından basılan Türk Ansiklopedisi’nde 2700 mûsiki ve târih
maddesi yazan 100 (yüz) cildi bulan kitaplara imzasını koymuş bulunan bu velût
ve gerçek araştırıcının eserlerinin vitrinde olmasını dilerim. Merhum Yılmaz
Bey’in Konservatuvar’ın kurulmasındaki hizmetleri ise gerçekten çok değerlidir.
Akademik unvanlı bazı kıskanç ruhluların Yılmaz Öztuna’nın hizmetlerini
küçültmeye çalışmaları, O’na saldırarak şöhret kazanma hırsları ise, ne kadar
çirkindir. Yılmaz Öztuna, İsmail Hâmi Danişmend, İbnülemin, Atsız, Ekrem Hakkı
Ayverdi üniversitemizin dışında kaldığı halde aşılamamış beş büyük târihçimizdir.
Bunlara Emel Esin, Orhan Şâik Gökyay, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kâzım Mirşan ve
Cengiz Özakıncı isimleri eklenmelidir. Akademik unvanlı bazı mütekebbirler
(kendini beğenmiş, kibirli)  ile millî
şahsiyetlere tahammül edemeyenlere saldırarak kendine yer açma hastalığıyla
malûl bâzı kimseler, bu on kişiye örtülü ve açık düşmanlıklarda bulundular,
bulunmaktalar. Öztuna, Almanca, Fransızca dillerini kaynakları okuyabilecek,
tartışma yapabilecek ölçüde, İngilizceyi, Arapçayı, Farsçayı ise yeterince
bilirdi. Yılmaz Öztuna’nın, Türk târihine ve kültürüne hizmetinin, son otuz
yılda târih alanında Prof, unvanı kazanmış kimselerden daha fazla olduğu
hususu, inkâr edilemez bir gerçektir.

3Taha Toros (1912-2012) İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden mezun oldu, mâliye teşkilâtında çalıştı. Kültür târihi dalında
araştırmacı yazar, halk kültürü araştırmacısı ve şâir yönü ile bilinir. Çok
zengin bir arşivi vardı.
  

Önceki İçerikBir Kitabın Hissettirdikleri
Sonraki İçerikAk Parti Gitsin Kim Gelsin?
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.