Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse
kendisine
17 Kasım
1871’de İstanbul’un Beyazıt semtinde Mercan Ağa Mahallesi’nde doğdu. Babası,
Sadrıâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın yirmi yedi yıl mühürdarlığını yapmış, ‘Rumeli Beylerbeyi’ pâyeli Mehmed Emin
Paşa; annesi, dinî ve ahlâkî terbiyesinde çok şey borçlu olduğu Hamîde Nergis
Hanım’dır. Babası, Hz. Hüseyin soyundan gelmekle ‘seyyid’ unvânı ile bilinir. İbnülemin ve kardeşi Ahmed Tevfik de
gerektikçe bu unvanı kullanmışlardır.
Çocukluk
yıllarının çok zamanı Üsküdar Semtinde 1826 yılında kurulan ve günümüzde faal
olan Zeynep Kâmil Hastahânesi’nin kurucuları; Osmanlı Devleti’nin Mısır Vâlisi
Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın kızı Züleyha Zeynep Hanımefendi ile eşi Yûsuf
Kâmil Paşa’nın konağında geçti. Kendinden iki yaş küçük kardeşi Ahmed Tevfik
ile birlikte ilk resmî eğitimine Mercan Ağa Sıbyan Mektebi’nde başladı.
Süleymaniye Camii İmareti’ndeki Şehzade Rüşdiyesi’nden mezun oldu.
***
Mahmud Kemal
Bey, ‘Son Asır Türk Şâirleri’ isimli
eserinin ‘Kendime Dâir’ başlıklı
bölümünde çocukluk dönemi ile alâkalı bilgiler veriyor: Bir kış gecesi dünyâya
gelmiştir. Mizâcı asabî, teessürü şiddetli, kalbi rikkatli, intikâli ve infiâli
(öfkesi) seridir. İşte bu özelliklerinden dolayı merhum babası Mehmed Emin Paşa
ile şefkat ve merhamet timsâli olan annesi Hamîde Nergis Hanım O’nu incitmeden,
rencide etmeden, hassas kalbini kırmadan, kısacası asla kötü muâmele etmeden
büyütmek için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Yine bizzat kendisinin ifâdesine
göre pederi Mehmed Emin Paşa, ‘Evlâdını
kızarak ve döverek terbiye etmeye kalkışanlar onlara terbiyesizlik ve yüzsüzlük
öğretmiş olurlar. Çocuğun en fazla korktuğu şey, dövülmektir. Ona da alıştıktan
sonra korkacağı ne kalır?’ dermiş. Annesi de gayet etkileyici, ruh
dünyâsını okşayıcı sözler söylemek sûretiyle oğlunu terbiye etmiştir. Bu
mütedeyyin (dinine bağlı, dindar) anne ve baba hem Mahmud Kemal Bey’e hem
kardeşlerine işte böyle küçük yaştan îtibâren -en büyük terbiye olan- dînî
terbiyeyi bir güzel aşılıyorlar, çocuklarını dindar ve tabiî ki her türlü
kötülükten uzak olarak yetiştiriyorlar. Kısacası ebeveynlik (anna-babalık)
görevini hakkıyla yerine getiriyorlar.
Meselâ babası
Mehmed Emin Paşa, ‘Emilen süt, çocuğun
tabiatını, karakterini, şahsiyetini şekillendirir’ hadîs-i şerifini
bildiğinden çocuğu annesinden başka hiçbir kadının emzirmemesi için gerekli
dikkati gösteriyor. Üç yaşına gelince yavruyu, Nakşibendî şeyhlerinden Hacı
Feyzullah Efendi Hazretleri’ne götürüp takdim ediyor. Şeyh Efendi de, feyizli
bakışlarıyla bu ana kuzusuna nazar ediyor. Anneannesi Hatice Hoşyar Hanımefendi
de aynı minval üzere hareket ediyor. O da küçük Mahmud Kemal’i, fâzıl mürşidi
Mevlânâ Şeyh Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî Hazretleri’ne götürüp hayır duâsını
alıyor. Bu iki büyük velînin -kimyâ mesâbesinde olan nazarı- Mahmud Kemal’in
üzerinde derhal tesirini gösteriyor. Böylece daha o yaştan îtibâren edebin,
vakarın ve hayânın canlı bir temsilcisi olarak arz-ı endam ediyor.
Küçük Mahmud
Kemal’in Babası ve annesinin ihtimam gösterdiği ölçüde mükemmel bir insan
olarak yetiştiğini ortaya koyan bir hâdise, Yusuf Kâmil Paşa ile Züleyha Zeynep
Hanımefendi’nin konağında cereyan eder: Dört-beş yaşlarında bulunduğu sırada,
Zeynep Hanımefendi’in konağından ayrılırken, şefkatiyle, merhametiyle olduğu
kadar cömertliğiyle de büyük-küçük herkesin takdirini ve sevgisini kazanan
hanımefendi, Mahmud Kemal’e kese içinde para veriyor. Diğer keseyi de kardeşine
vermesini tembih ediyor. Mahmud Kemal, bahçe kapısına doğru ilerlerken, önde
giden kardeşine sesleniyor: ‘Hanımefendi’nin ihsânı var. Bekle de vereyim’
diyor. Böylece küçük Mahmud Kemal, emâneti derhal sâhibine teslim etmek
suretiyle Zeynep Hanım’m emrini yerine getirmiş, böylece imtihanı kazanmıştır.
Babası Mehmed
Emin Paşa, Kozan mutasarrıflığına tâyin edilince âilece gidip orada bir buçuk
yıl kadar kaldılar. İstanbul’a döndüklerinde Maarif Nâzırı Münif Paşa’nın
yardımı ile Mekteb-i Mülkiyye’nin yatılı kısmına kaydoldu. Buradaki öğrenimini
bitirmeden ayrılıp dinleyici sıfatıyla Mekteb-i Hukuk’un derslerine devam etti.
İki kardeşin beraber devam ettirdiği bu resmî öğrenim dışında asıl eğitimleri
küçük yaştan itibaren babalarının ihtimamı altında başlamış, daha sonra da
konaklarına gelen hocalardan ve devrin tanınmış ulemâsından gördükleri câmi
dersleriyle devam etmiştir. Ayrıca Trabzonlu Hoca Hüsnü Efendi’den tefsir, Sahîh-i
Buhârî ve Fars edebiyatı okudu. Ünlü hattat Hasan Tahsin Efendi’den hüsn-i hat
meşkederek icâzet aldılar. Kozan’da Süleymaniyeli Fânî Efendi’den Arap ve Fars
edebiyatına dâir yeni bilgiler kazanırken Leon Efendi ve diğer bir
gayrimüslimden Fransızcasını ilerletti. Bu arada mutasarrıflık tahrirat
kalemine devam ederek resmî muâmelât usullerini ve kalem işlerini öğrendi.
Genç Mahmud
Kemal Bey’in rahle-i tedrisinden feyz aldığı hocalardan biri de Mehmet Âkif
Ersoy’un Babası İpekli Temiz Tâhir Efendi’dir. (1826-1888) ‘Son Asır Türk Şâirleri’ isimli kitabında
Hocası hakkında şu bilgileri veriyor: ‘Pederimin üstadlarından ve ilmiye
sınıfından Kırşehirli Hoca Mahmud Efendi merhum, en fazîletli mezunlarından
olan Tâhir Efendi’yi, çocukluk günlerimizde muallimliğimiz için uygun
görmüştür. Benimle berâber kardeşim Ahmet Tevfik Bey merhumu, amcamızın
çocuklarını diğer yakınlarımızı kışın İstanbul’daki hânemizde, okuturdu. Yazın âilesiyle
birlikte Yakacık’taki yazlığımızın bir dâiresinde kalarak bizleri ilminden
faydalandırırdı. İyi işler yapan, fazîletli, vefâlı, âlicenab, insanca
davranan, güvenilir olgun bir âlimdi. Bir ailenin fertleri gibi senelerce
berâber yaşadık. Öfkeli, çabuk sinirlenen bir insan olduğu halde bizleri hiçbir
surettle incitmedi. Aslen Buhâralı olan muhtereme eşi de güzel ahlâk sâhibi bir
hanımefendi idi. Cenâb-ı Allah ikisini de rahmetine nâil eylesin.
Babaları
Mehmed Emin Paşa, 1887’de işten çıkarılınca âile İstanbul’a döndü. Mahmud Kemal
Bey, 1889’da Bâbıâli’nin gözde dâirelerinden Vilâyât-ı Mümtâze Kalemi’ne
stajyer olarak girdi. Bu târihten itibâren Bâbıâli’nin ilga edilişine kadar
otuz üç sene aralıksız devam eden bürokrasi hayatında kazandığı devlet görgüsü
ve eserlerine sağladığı ilk elden malzeme ve bâkir bilgiler , ‘âlim’ sıfatı kazanmasına vesile oldu.
1892’de Sadâret Mektûbî Kalemi’ne alınan İbnülemin, buradaki başarısı
dolayısıyla 1895 yılında Teftîş-i Islâhât Komisyonu başkâtipliğine getirilmiş, Mehmed
Said Paşa’nın beşinci sadâretinde yeniden Sadâret Mektûbî Kalemi’ne daha sonra
da Eyâlât-ı Mümtâze Kalemi’ne gönderilmiştir. Buradaki mücâdeleleri neticesinde
dâirenin müdür muavinliklerinden birini elde edebildi ve daha sonra da müdür
oldu ise de rakiplerinin oyunu ile Bâbıâli’deki ilk memuriyet yerine müdür
olarak gönderildi. 1911 yılında Yıldız Sarayı evrakının tetkik ve tasnifi ve
birikmiş jurnallerin tasfiyesi işine memur edildi. Karmakarışık hâle gelmiş 800
sandık dolusu evrakı büyük bir vukuf ve titizlikle elden geçirerek şimdiki adı
Başbakanlık Osmanlı Arşivi olan Sadâret Hazîne-i Evrak Dâiresi’ne teslim etti
ve her türlü araştırmaya hazır mükemmel bir arşiv teşkiline muvaffak oldu.
***
Birinci Dünya
Savaşı yılları İbnülemin’in yıldızının parladığı, kültür hayatımız için mühim
birçok çalışma içinde yer aldığı, bu yolda kendisine önemli işlerin havâle
edildiği bir devredir. Vakıflara ait sanat eserlerini kaybolmaktan ve yabancı
diyarlara gitmekten kurtarmak gayesiyle bir müze kurulması için dört üye ile
birlikte devam ettirdiği büyük gayretler sonunda Süleymaniye Camii İmareti’nde
Evkaf-ı İslâmiyye Müzesi’ni kurdu. Yerine getirdiği hizmetlerden dolayı
kendisine üçüncü rütbeden Osmanlı nişanı verildi. Savaş yılları içinde değişik
zamanlarda İstanbul’a gelen ve müzeyi gezen Almanya İmparatoru Wilhelm ve
Avusturya-Macaristan İmparatoru-Macaristan Kralı Karl tarafından yüksek
rütbeden birer madalya ile taltif edildi. 1916’da görevlendirildiği Muhâfaza-i
Âsâr-ı Atîka Komisyonu’nda millî eserlerin korunmasına dâir lâyiha ve bununla
ilgili nizamnâme de O’nun kalemiyle son şeklini aldı. Şûrâ-yı Devlet ve Sadâret
Dâiresi’nde arşivlerin tanzimi için kurulmuş komisyonlarda sadâreti temsilen
görüşlerini açıkladı. Rağbetsizlikten dolayı bir zamandan beri yok olmaya yüz
tuttuğunu gördüğü hat sanatını yaşatma çârelerini düşünen Mahmud Kemal Bey,
aynı zamanda tezhip ve klasik cilt sanatlarının da ihyası gayesiyle,
memleketteki istidatları bu sanatlara özendirecek ve devlet desteğiyle
eğitimini sağlayacak bir müessese olmak üzere Medresetü’l-hattâtîn’in
kurulmasına ön ayak oldu. Buranın idâresi de kendisinin içinde bulunduğu Evkaf-ı
İslâmiyye Müzesi yönetim kuruluna verildi. Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti’nin târihi
ve nâzırlarının hal tercümesine dâir orijinal eserin ortaya çıkmasındaki
başarısından dolayı kendisine ikinci rütbeden Mecîdî nişanı verildi. Nâdir ve
değerli yazmaların baskılarını hazırlamak için kurulan Âsâr-ı Müfîde
Kütüphânesi heyetinin en verimli üyesi olarak divan şiirinin üç seçkin
simasının divanlarının neşri işini üstlendi.
İdarî
hayattaki geniş tecrübesi ve târihî kültür birikimi dolayısıyla sadrıâzamların,
nâzırların kendisinden görüş aldıkları Mahmud Kemal Bey, Birinci Dünya
Savaşı’nın sona erdiği sıralarda başlayacak barış müzâkerelerinde devletin hak
ve menfaatlerinin korunması ve barış antlaşması esaslarının belirlenmesi için
11 Kasım 1918’de Hâriciye Nezâreti’nde, Harbiye Nezâreti adına müsteşar
sıfatıyla Miralay İsmet’in (İnönü) ve diğer nezâret müsteşarlarının da
katıldığı fevkalâde komisyonda sadâret makamının temsilcisi olarak
görevlendirildi.
Savaş sonunda
Osmanlı Devleti’nin değişen siyâsî ve idarî bünyesi içinde Eyâlât-ı Mümtâze ve
Muhtâre Dâiresi’nin hükmü ve fonksiyonu kalmadığından buranın lağvedilmesiyle
kıdem ve mevkiine uygun bir makam olarak Bâbıâli Müdevvenât-ı Kanûniyye Dâiresi
Müdürlüğün’ne getirildi; bunun yanı sıra devletin resmî gazetesi Takvîm-i
Vekayi’nin müdürlüğü ile de görevlendirildikten başka, Eyâlât-ı Mümtâze ve
Muhtâre Kalemi’nin başşehirde bulunan ahalisiyle ilgili işlerinin barışın
imzalanmasına kadar idâresi ve yürütülmesi yine kendi üstünde kaldı.
Galip
devletlerin işgali altına girmiş Mütâreke Dönemi İstanbul’unda, İzmir’in işgal
edildiği 15 Mayıs 1919 günü Fransız askerî makamlarınca, yarım asırdır
oturmakta oldukları konaklarının yirmi dört saat içinde boşaltılıp kendilerine
tesliminin istenmesi üzerine evlerindeki târihî eşyanın, zengin kitap ve gazete
koleksiyonlarının çoğunu alamadan ailece yuvalarını terk etmek mecburiyetinde
kalındı. Buldukları her şeyi talan eden, kıymetli târihî evrakı yağmalamaktan,
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in üzerine titrediği yazma eserleri, gazete ve
mecmua koleksiyonlarını parçalayıp tuvalette kullanmaktan dahi çekinmeyen
işgalciler, aracılar konulup devam eden uzun temaslardan sonra burayı terk
ettiklerinde bir buçuk yıl önce ayrıldıkları konağı kapı ve pencerelerine
varıncaya kadar sökülmüş, hemen hemen dört duvardan ibêret kalmış halde
buldular.
Devletin çöküşüyle
birlikte Bâbıâli hükümeti son demlerini yaşarken yıllarca çeşitli
engellemelerle karşılaşmış bulunan İbnülemin, nihâyet Bâbıâli’de en üst
kademedeki vazifesi olan Dîvân-ı Hümâyun beylikçiliğine getirildi. Bu son
vazifesinde olanca dirâyetini ortaya koyan İbnülemin, başta ‘sah çekmek’1 gibi bir
müddetten beri buranın terkedilmiş bazı usul ve geleneklerini yeniden
yerleştirmeye muvaffak oldu. Ancak bu parlak memuriyeti, Anadolu millî
hareketinin irâdesi altına giren Bâbıâli’nin lağvı ile 7 Kasım 1922’de sona
erdi. Devlete otuz üç yıl boyunca verilmiş bir hizmet sonunda kendisine ve
kardeşine cüzi bir mâzuliyet maaşı bağlandığından ailece düştükleri maddî
sıkıntı içinde bunaldıkları bir sırada kardeşi Ahmed Tevfik’i de kaybetti. Bu
arada İbnülemin’in, işsizlik ve geçim sıkıntısının kucağına düşmesine ve
kardeşinin ölümünün getirdiği darbeyle inzivaya çekilişine razı olmayan
dostları, kendisinin haberi olmaksızın Düyûn-ı Umûmiyye İdâresi’nde O’na bir
memuriyet buldular.
Mahmud Kemal
Bey’in sıkıntılı bir dönemi:
Kemal Bey,
doğuştan mizaha, nükteye âşina idi. Eserlerinde yeri geldikçe anlattığı
konularla ve şahıslarla alâkalı hoş nükteler, latîfeler, alâka çekici fıkralar,
bâzen düşündüren, bâzen güldüren kısa hikâyeler anlatırdı. Hazin bir tecellidir
ki çok sevdiği kardeşi Ahmed Tevfik Bey’in vefatıyla neş’esi tam mânâsıyla yok
oluverdi. O sırada, çalıştığı devlet birimi lağvedilmiş, işsiz ve gelirsiz
kalmıştı. Geçim sıkıntısı da ızdırâbını artırıyordu. Bir müddet bu şekilde
kararmış dünyasında günleri peşpeşe eklerken, kadim dostlarından, dönemin
değerli şâirlerinden Halil Nihat (Boztepe) (1882-1949) imdâda yetişiyor. Halil
Nihat Bey, Mahmud Kemal Bey’i Düyûn-ı Umûmiye idâresin-de belli bir ücretle
çalıştırmak için harekete geçiyor. Ancak Mahmud Kemal Bey, bu teklife ilk önce
teşekkür etmekle yetiniyor. Aradan üç ay geçtikten sonra gerek Halil Nihat
Bey’in, gerekse diğer bâzı dostlarının ısrarlarına dayanamayarak -şahsını
tanımadığı, fakat hakkındaki övücü sözleri çok işittiği Aşâr Şubesi’nin müdürü
Kâmil Bey’in refâkatinde bulunmak şartıyla, teklif edilen hizmeti kabul ediyor.
İsmiyle müsemmâ olan Kâmil Bey’den gördüğü saygı ve hürmet, baş direktör Mösyö
Grase’den kapıcıya kadar bütün çalışanların ilgisi Mahmud Kemal Bey’i bu yeni
görevine ısındırıyor. Her gün düzenli olarak vazifesine devâmı, kendisini hem
zihnen meşgul ediyor, hem de acısını dindiriyor. Aldığı ücrete gelince, bu öyle
fazla bir miktar olmamakla berâber, geçimini az da olsa kolaylaştırıyor.
Mahmud Kemal
Bey’i mes’ut eden sebeplerden biri de mesâi arkadaşlarının arasında şâirlerin
ve ediplerin bulunmasıydı. Başta Halil Nihat Bey olmak üzere Kâmil Bey, Fâzıl
Ahmet Aykaç, Ahmet Hâşim ve Hüseyin Dâniş beyler kalem ve kelâm erbâbı kimseler
olarak burada görev yapıyorlardı. İşte Mahmud Kemal Bey, bu dâire
arkadaşlarıyla sık sık bir araya geliyor, ilmî ve edebî sohbetler
düzenliyorlardı. Düyûn-u Umûmiye bütçesinde kesintiye gidilmesi üzerine önce
ücretli memurların görevlerine son veriliyor.
Mahmud Kemal
Bey, ‘Son Asır Türk Şâirleri’ isimli
eserinde bu mesâi arkadaşlarının hayat hikâyelerini anlatırken, Düyûn-u Umûmiye
de kendilerinden gördüğü büyük ilgiyi de sitâyişli cümlelerle dile getiriyor.
Meselâ Aşâr Şûbesi Müdürü Kâmil Bey hakkında şöyle yazıyor: ‘Hükümet şeklinin değişmesi üzerine otuz
senede nâil olduğum Divân-ı Hümâyûn Beylikçiliği’nin de lağvedilmesinden hayli
müddet sonra, kimseye mürâcaat etmediğim halde kadirşinas dostlarımdan Şâir
Halil Nihad’ın delâleti ve bâzı tanıdıklarımın hayırlara vesile olan ısrârı ile
Düyûn-u Umûmiye İdâresine devâmım mümkün oldu. Herkesten methini işittiğim
Kâmil Bey’in refâkatine memur edilmemi taleb eyledim. Şahs-ı nâçizime hürmeten
bir oda hazırlattı. Mâiyetinde ücretli bir memur olduğumu bana hissettirmedi.
Sekiz aya yakın olan süre içerisinde beni bir gün odasına çağırmadı. Kendisi,
yanıma gelerek beni âmir, kendini memur sûretinde gösterdi. Beni bir âlim,
kendini öğrenci hükmünde tuttu. Her sözümü itinâ ile dinledi. Benden pek çok
müstefid olduğundan bahs ile dâima teşekkür etti. Bu fazîletkârâne muâmeleleriyle
insan-ı kâmil ünvânına lâyık olduğunu bihakkın isbat eyledi. Allah rahmet
eylesin’ İbnülemin Mahmud Kemal Bey, kendisi zarif bir insan olduğu için
zarif insanları da çok severdi.
Çok geçmeden
Düyûn-ı Umûmiyye bütçesinde kısıtlanmaya gidilmesi üzerine tekrar işsiz kaldı. O
sırada Maarif Vekâleti müsteşarı bulunan M. Fuad Köprülü, şahsına ve ilmine
büyük saygı duyduğu İbnülemin Mahmud Kemal’in Vesâik-i Târîhiyye Tasnif Heyeti
başkanlığına gelmesini sağladı.
20 Kasım
1923’te seçildiği Târîh-i Osmânî Encümeni üyeliğiyle birlikte, idâre meclisi
üyesi olduğu Evkāf-ı İslâmiyye Müzesi’ndeki hizmetlerini beraber yürütürken bu
arada beşinci defa olarak yeniden müzenin başkanlığına seçildi. Vesâik-i
Târîhiyye Tasnif Heyeti’nin bir müddet sonra Dârülfünun Edebiyat Fakültesi
bünyesi içine alınarak ardından da Başvekâlet Hazîne-i Evrak Dâiresi’ne
devredilip lağvolunmasıyla İbnülemin’in buradaki başkanlığı da sona erdi. Ancak
aradan fazla zaman geçmeden ad ve statü değişikliğiyle Türk ve İslâm Eserleri
Müzesi’ne müdür olarak tâyin edildi.
(DEVAM EDECEK)
1sah çekmek: Yazının doğru olduğunu tasdik etmek için
üzerine ‘sah’ yazmak.