Türkçemizin Bugünü Ve Geleceği Hakkında M. Halistin Kukul İle Konuştuk

105

Oğuz Çetinoğlu: Yûnus Emre’nin vefatının 700. yılı
münâsebetiyle, 2021 yılı, UNESCO tarafından ‘Yûnus Emre Yılı’ olarak ilân
edildi. Buna bağlı olarak, Türkiye de, Cumhurbaşkanlığı nezdinde hem Yûnus Emre
hem de ‘Dünyâ Dili Türkçe’ adıyla bir faaliyetin başlatılması cihetinde adım
attı. Konu hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

M. Halistin Kukul: Bu güzel, fevkalâde ve mânalı
faaliyeti takdir etmemek mümkün değildir. Ancak…

Ne Yûnus Emre ne
de Türkçe böyle gelip geçici, belli bir zamanda, âdeta gösteriş için yapılan
faaliyet olmalıdır. Bu tarzda yapılan faaliyetlerden de fazla bir fayda elde
edildiği söylenemez. Bir defa başta üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyâtı
ve Târih Bölümleri buna her an hazır olmalıdır. Yûnus Emre olmadan bir dil ve
edebiyat tahsili; Orhun Kitâbeleri olmadan da ne dil ne târih ne de Türk
sosyolojisi olabilir. Ne yazık ki, Türkiye üniversitelerinde, Yûnus Emre
okunmadan/okutulmadan Türk Dili Edebiyatı Bölümü; Orhun Kitâbeleri okunup
tanınmadan da Târih Bölümü bitirilen dönemler olmuştur.

Bu; ‘anatomi’
dersi görmeden Tıp Fakültesi’ni bitirmek demektir. Türk kültürü; diliyle, dinî,
askerî, iktisâdî, an’anevî, bediî hattâ coğrafî değerleriyle bir bütündür. Bu
bütünün baş tâcı ise onun lisânı’dır ki bu da Türkçedir.

Çetinoğlu: Türkçe neden baş tâcımızdır?

Kukul: Türkçe, bir Türk’ün, tesâdüfen
birilerinin îkazlarıyla üzerinde durulması gereken bir lisân değil; her zaman,
her yerde, her hâl ve şartta ve her coğrafyada gönül seferberliğiyle ve fakat
ilimle gelecek nesillere ulaştırılması gereken en mühim ‘kültür bağımız’dır.
Türkçe’nin ‘Dünyâ Dili’ olması için önce ‘anavatanlarında, yâni Türkiye’de,
Azerbaycan’da, Özbekistan’da, Kırgızistan’da, Türkmenistan’da, Kazakistan’da,
Doğu Türkistan’da, Kuzey Kıbrıs’ta, Balkanlar’da, Kırım’da, Kerkük’te ve dîğer
Türk mekânlarında ‘müştereklik’ kazanmasıyla, ilim dallarında ve bilhassâ söz
san’atlarında kendini ispat etmesi gerekir. Bu ‘hâkimiyet’ yok mudur? Kesin
olarak söylüyorum ki, vardı ve vardır ve dâima da olacaktır. Sıkıntımız şudur
ki bu hususta gerekli ve yeterli mesâfeyi alabilmiş; koruma ve gelişmeyi
sağlayabilmiş değiliz.

Sık sık ‘Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne…’ diye telâffuz edilen/ettiğimiz tâbir elbette ki bu mesâfeyle de
sınırlı değildir. Hangi ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne?’ ABD’den Avustralya’ya,
Almanya’dan Kuzey Afrika’ya, Arabistan’a kadar yürünen her sahada Türkçe’nin
gönül sesi bulunur.  Ancak biz sâdece bu
konuşulan/anlaşma vâsıtası olan lisânı/Türkçeyi kastetmiyoruz: Biz; şiirde,
romanda, tiyatroda, hikâyede olduğu gibi, matematikte, fizikte, biyolojide,
kimyâda, astronomide, sosyolojide, hukukta, iktisatta, tıpta veya dînî ilimlerde
de Türkçenin zirvede yer almasından söz ediyoruz. Çünkü dil/lisân, her sahayı
ilgilendirir. Onsuz hiçbir şey olmaz; ne ilim, ne de san’at. Yâni insan
hayatının yegâne olmaz/olamaz şartlarının en başta geleni de dildir; bu ise
bizim için Türkçe’dir.

Çetinoğlu: Türkçe’mizin ‘problemli bir dil’ olduğu söyleniyor…

Kukul: Doğrudur. Kendi iç mes’elelerini
hâlletmiş bir Türkçe, ‘yabancı kelime’ ve ‘uydurukça’nın tesirinden uzak, aslî
hüviyetinde yâni, ayrıca; bütün unsurlarını da ‘kaideleştirmiş’ bir merhaleye
ulaşmalıdır. Ne yazık ki bu henüz mevcut değildir. Meselâ; ‘Türkçe’nin
dilbilgisi’ -ortalama olarak- herkesin mutabık olduğu bir hâle
gelebilmiş/getirilebilmiş midir? Hayır! Niçin? Çünkü; lisân/Türkçe bir türlü
kendi zeminine oturtulamamıştır. Bir defa; Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerimiz
hakkında mutabık olunacak kaideler mevcut değildir. Ayrıca kaidelere uygun bir
türetmeyle değil uydurma kelimelerle ve yabancı kelimelere her türlü
serbestliği tanıyarak bir Türkçe inşâsına gidilmiş/gidilmektedir. Seneden
seneye âdeta ‘Vay be!’ denilerek
düşünülmeye çalışılan bir dil kendi içindeki muzırlarla mücâdele sebebiyle
korunmasını ve gelişmesini nasıl sağlayabilir? Tabiî ki sağlayamaz ve arzu
edilen seviyede de sağlanamamıştır!

Denebilir ki her
dil, dünyâ dilidir. Doğrudur. Çünkü; başlangıç îtibâriyle, dil de Allahü
Teâlâ’nın bir lütfu, bir ikrâmı olarak biz insanlara sunduğu büyük bir
nimettir. Hâdisenin ilmî, siyâsî ve içtimâî bir hâl alması, maalesef, bu temel
hareket noktasını gözden ırak tutmakta veya bu husus bilerek nazarlardan
kaçırılmaktadır.

Çünkü Rûm
Sûresi’nin 22. âyetinde Yüce Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: ‘Gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin/lisânlarınızın
ve renklerinizin çeşit çeşit/ türlü türlü/farklı farklı/değişik oluşu da yine
onun delillerinden/derslerinden/âyetlerinden/ibretlerindendir
.’

O hâlde; Bizim
mes’elemiz; hem ‘dînî bir emir’ ve hem de ‘millî bir şuûr’ olarak mensubu
bulunduğumuz Türkçe’nin dünyâ dilleri arasındaki mevkisinin ne olduğunu tespittir.
Buna rağmen bu dil ilmi/lisâniyyât, bizde arzu edilen seviyede gelişememiştir.
Bundaki müessir menfî tavır ve unsurlar da pek çok olmasına rağmen, bunların
giderilebilmesi bir yana neler oldukları tespit edilip müşterek kanaate
varılamamış ve zamana bırakılarak yenilerinin de ilâve edilmelerine sebebiyet
verilmiştir.

Çetinoğlu: Türkçe’nin ‘hakîki mânâda Dünyâ dili olabilmesi için yaplması gereken daha çok iş var’ mı diyorsunuz?

Kukul: Evet! Bir dilin cihânşümûl
olabilmesinin şüphesiz ki belli şartları vardır. Bu şartlar; nüfus yâni çok
kişi tarafından konuşurluluk, târihîlik yâni mâzîsinin çok eskilere dayanması
ve bir diğeri de mekân/coğrafya yâni o dilin geniş vatan sathında
kullanılmasıdır. Bu cihetlerden bakıldığında Türkçe; takriben üç yüz milyon
kişi tarafından konuşulan, târihî derinliği birlerce yılı bulan ve dünyânın bir
ucundan bir ucuna geniş mekânlarda/vatanlarda, büyük kitlelerin kullandığı bir
mükemmel lisândır.

Nihad Sâmi
Banarlı ‘Türkçenin Sırları’ adlı
eserinde şu hususlara dikkat çekerek dünyâ dili olmanın âdeta şartlarını ortaya
koyar:

“Diller, fonetik
gelişmelerine, morfolojik teşekküllerine; doğuşlarına, yayılışlarına, basit
veyâ sentetik diller oluşlarına ve daha başka dil kaanunlarına göre türlü
araştırmalara mevzû olmuştur. Fakat dillerin bir de milletlerin târîhine,
târîhî kaderine ve yaşadıkları mâcerâlara göre bizzat târih eliyle yapılmış bir
sınıflanışı vardır. Buna göre bazı diller, kültür ve edebiyat dili olarak başka
dillere boyun eğmiş, hatta zamanla başka dil olmuş lisânlardır. Bunların bir
kısmı da başka dillerden faydalanmaya bile güçleri yetmeyen, küçük millet,
kavim ve kabîle dilleridir. Böyle diller umûmiyetle bir vatanda -hattâ küçük
bir vatanda- işlenirler.

Bir kısım diller
de vardır ki yalnız bir vatanda değil, birçok vatanlarda devlet kurmuş,
hâkimiyyet kurmuş, büyük milletlerin dilidir. Bu diller, pek tabiî olarak,
medeniyyet ve hâkimiyyet götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle
de zengin, büyük dillerdir. Bir başka söyleyişle bunlar alelâde devlet dilleri
değil imparatorluk dilleri’dir. (…) Dünyâ târîhinde hem askerî ve hem de
idârî imparatorluk hem de dil ve kültür imparatorluğu kurabilmiş milletler
azdır. Bu saydığımız vasıflara şüphesiz bâzı mühim farklarla uygun imparatorluk
dilleri denilebilir ki Lâtince, Arapça, İngilizce ve Türkçe’dir. Bu dillerin
hiçbiri özdil değildir. Esâsen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili
hiçbir zaman özdil olmak taassubuna ve basitliğine iltifât etmemiştir.”

Çetinoğlu: Merhum Banarlı’nın bu cümlelerini nasıl
yorumluyorsunuz?

Kukul: Bu cümleler çok sıhhatli bir tahlile
tâbi tutulunca görülür ki, Türkçe, ne bir “sentetik/sunî/yapma dildir ne
de bir kabîle dilidir. Pek çok dil âilesinden gelmiş kelimeleri bünyesine
katabilmiş ve herbirine mevcut mânâsının üzerinde mânâlar yükleyebilmiş bir
kültür ve medeniyet dilidir. Kaldı ki Türkçe, dünyâda konuşulan birçok dile de
kelime vermiştir. Bu kelime alış-verişleri dilin ana kaidelerine ve yapısına
zarar verip onları bozacak derecede faaliyet göstermiyorsa fazla diyecek bir
şey yoktur. Ancak; mevcut kelimeleri saf dışı bırakmayı hedefliyor ve anlaşma
unsuru ve vasıtası olarak ârızalara sebebiyet veriyorsa, bu durum mahzurludur
hattâ vahîmdir.

Çetinoğlu: Türkçemizin günümüzdeki durumuna da
bakabilir miyiz?

Kukul: Türkçemiz, bugün, senelerdir yapılan
yanlışlar ve aynı yanlışların tekrar edilmesi sebebiyle zor günler
yaşamaktadır. Dünyânın gelişmiş ülkelerinde, linguistique (lengüistik) yâni dil
ilmi büyük mesâfeler aldığı hâlde, bizde, Türkçe hakkındaki gerek şekil ilmi
(morphologie/morfoloji) gerek menşe ilmi (etymologie/etimoloji) ve gerekse ses
bilgisi (phonetique/fonetik) belli bir merhale kat ederek birer ilim hâlinde
sunulamamıştır. Böyle bir lisânın sözdizimi olarak adlandırılan syntaxe
(sentaks) bahsindeki başarısı ne kadar olabilir?

Çetinoğlu: Mevzunun uzağında olanlar tarafından
daha iyi anlaşılabilmesi için misallendirmeniz mümkün müdür?

Kukul: Hâlâ, t(i)ren mi diyelim yoksa tren mi,
Kur’ân mı diyelim Kuran mı, sür’at mı diyelim sürat mı, mesele mi doğru yoksa
mes’ele mi, k(ı)ravat mı diyelim kravat mı, p(i)sikoloji mi diyelim psikoloji
mi… tartışması içindeki bir dil nasıl gelişebilir? Dolayısiyle; dilimizin
ciddî bir şekilde düşünülmesi gereken imlâ mes’elesi de mevcuttur. Dilimize dâir
değişmez bir kaide vardır: ‘Türkçe yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi
yazılan bir dildir. O hâlde; Trabzon yazıp onu nasıl Tırabzon okuyabiliyoruz?
Trakya yazıp onu nasıl Tırakya okuyabiliyoruz? Plan yazıp niçin pilân okuyoruz;
laik yazıp niçin lâik hattâ lâyik okuyoruz? Branş mı yazıp okuyalım yoksa
bıranş mı? Ne dersiniz? Gaaye mi, gâye mi yoksa gaye mi doğrudur? Gaazi mi,
gâzi mi yoksa gazi mi demeliyiz? Kaabiliyet mi, kâbiliyet mi yoksa kabiliyet mi
yazıp-okuyalım? Aaşık mı, âşık mı, aşık mı doğrudur? Gaaliba mı, gâliba mı,
galiba mı doğrudur?

Çetinoğlu: Bu mesele Cumhuriyet öncesinde
halledilmişti…

Kukul: Evet! 1911 yılında Ömer Seyfettin’in
Genç Kalemler Dergisi’nde yazdığı ‘Yeni Lisan’ makalesiyle başlayan Ali Canip
Yöntem ve Ziya Gökalp’in yürüttüğü Millî Edebiyat akımı/hareketi ile. Bu
mes’elenin alevlenmesi 12 Temmuz 1932 ‘de Mustafa Kemal’in tâlîmâtıyla kurulan
ve daha sonraları Türk Dil Kurumu adını alan Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nin
faaliyetleriyle devam etti. Bu dönemin bir hulâsasını Yavuz Bülent Bâkiler’in
kaleminden naklediyorum:

“Atatürk’ün
Türkçe konusunda birbirine tamamen zıt üç görüşü vardır…

Atatürk
1932-1934 arasında dilde tasviyeci oldu. Bin yıldan beri dilimize giren,
yerleşen ve herkes tarafından bilinen, sevilen, kullanılan Arapça-Farsça
kelimeleri, Türkçe’mizden yasakladı. ‘Şey kelimesini kullanmayacaksınız.’ dedi.
Sonra kimsenin kimseyi anlamadığını görünce, bu hatasından kendisi vazgeçti.
1934-1935 yılları arasında, dilde ırkçılıktan uzaklaştı. ‘Türkçeleşen
Türkçedir’ dedi. Bu çok doğru bir yoldur. Ben de şimdi bu düşüncedeyim.
1935-1938 yılları arasında, Güneş Dil Nazariyesine kayarak iddia etti ki: ‘ilk
insan Türk’tür, ilk lisan Türkçedir. Dünyâdaki bütün diller Türkçe’den
doğmuştur.’ Bu görüş yanlıştır. Nitekim İnönü, 1940 yılında Dil ve Tarih
Coğrafya Faküitesi’ndeki Güneş-Dil Nazariyesini anlatan dersi yasakladı.
Elbette doğru yaptı.” 

     Bâkiler’in bu tarafsız/ilmî tespit ve
bakışına rağmen Türkiye’deki dil münâkaşası, ilmî faaliyet ve hareketten ziyâde
siyâsî bir tartışma hâlinde devam edip gitti ve hâlen de  devam edip 
gitmektedir. Bir kısım zevât; Atatürk’ün, 1934-1935 yıllarındaki
görüşünü değil de 1932-1934 yılları arasındaki, reddettiği birinci
‘tasfiyecilik/arı dilcilik/öz Türkçecilik/uydurmacılık’ görüşünü ısrarla tâkip
ederek, Türkçe’yi tam mânâsıyla bir çıkmaza soktular. Güneş-Dil Nazariyesi’ni
(Teorisi’ni) artık söz konusu yapan hiç kimse yoktur.

Türk Dil Kurumu
Yazmanlarından Ömer Asım Aksoy; Cumhuriyetin 50. Yılında Gelişen ve Özleşen
Dilimiz’ adlı kitabında ‘Dilin Layikliği’ başlıklı yazısında şöyle diyor:

‘Dilde layiklik,
dinin dile karışmamasıdır. Türkler İslâmlığı kabul ettikten sonra bu dinin dili
sayılan Arapça, Türkçeyi yavaş yavaş gölgelemeye başlamış; giderek küçümsenen,
kullanılmasından utanılan bir dil sayılmasına, bu yüzden de yoksullaşmasına,
unutulmasına yol açmıştır. Bu durum dilin ulusallığı ilkesine de bağımsızlığı
ilkesine de devletin layikliği ilkesine de ters düşmektedir. Bundan dolayı
dilde din dilinin egemenliği bulunmamalıdır.’

‘Utanılan bir
dil’ nasıl olur? Sâdece bunu bilmek isterim! Kaldı ki; iddiasına göre, Aksoy,
en azından “din, kabul, devlet, ters” kelimelerini kullanmamalıydı.

HÂLİSTİN KUKUL
(Em. Öğretim Görevlisi- Şâir ve Yazar)

01
Ocak 1943 târihinde T(ı)rabzon’un Beşikdüzü ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu
orada okudu. 1961 yılında Erzincan Askerî Lisesi’ni bitirerek aynı yıl Kara
Harp Okulu’na girdi. 21 Mayıs 1963 hâdiseleri sebebiyle oradan ayrıldı.
Sonra, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi F(ı)ransız Dili ve
Edebiyâtı Bölümü’ne girdi ve fakülteden 1967’de mezun oldu. Kısa bir süre
liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra, Ocak 1972’den îtibâren Diyarbakır ve
Samsun Eğitim Enstitüleri’nde ve bilâhare Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Eğitim Fakültesi’nde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı.

İlk
şiirini, 1961 yılında ‘Harbiye’nin Sesi’ dergisinde yayınladı. Bunu takiben:
Türk Edebiyatı, Defne, Çağrı, Hisar, Millî Kültür, Erciyes, Töre, Sur,
Ülkemiz, Zafer, Kültür ve Sanat, Güneysu, Çaba, Türk Yurdu, Seviye, Karınca,
Bizim Ece, Bizim Külliye, Boğaziçi, Toker, Yeniden Diriliş, Öncüler, Uzun
Sokak, Çınar Gençlik, Türkiye Çocuk, Sarmaşık Kültür, Somuncu Baba, Toşayad
Kümbet, Türkmence, Aydın Efesi, Edebice dergileri; Bab-ı Âli’de Sabah,
Tercüman, Ortadoğu, Türkiye, Hergün, Millet, Zaman, Yeni Düşünce, Büyük
Kurultay, Millet, Türkeli, Gündüz gazeteleri; wwkapsamhaber.com ve
samsunhabertv yaygınağ (internet) sitelerinde şiirleri, hikâyeleri ve
makaleleri yayınlandı/yayınlanmaktadır.

 Edebiyât
ödülleri:
Ülkemiz Dergisi şiir yarışması birinciliği (1968); Töre Dergisi
şiir yarışması 2. Teşvik ödülü (1984); Tercüman Gazetesi şiir yarışması 3.
Mansiyonu (1985); Türkiye Millî Kültür Vakfı Çocuklar İçin Şiir Yarışması 2.
Mansiyonu (1987); Türk Edebiyâtı Vakfı Mehmet Âkif Şiir Tahlilleri Yarışması
(Üniversite Öğretim Üyeleri G(u)rubunda) birinciliği (1987); Eskişehir
Valiliği Yûnus Emre şiir yarışması 3. Lüğü (1992); Ortadoğu Gazetesi şiir
yarışması 3. Lüğü (1992); Türkiye Millî Kültür Vakfı şiir yarışması 2.liği
(1994).

Yayınlanmış Eserleri:

Şiir dalında: Türk’ün Ayak
Sesleri (1974); Sonsuzluk Merdiveni (1987); Şiirlerle Nasreddin Hoca
Fıkraları (1989-1990-1999-2006-2014-2016); Uyanmak Zamanı (2017)                                                                      
Resimli Nasreddin Hoca Çocuk
Şiirleri Kitapları:
Parayı Veren Düdüğü Çalar (1998); Ye Kürküm Ye
(1998); Buyurun Cenaze Namazına (1998); Ya Tutarsa (1998); Biraz Da Biz
Ölelim, (1998); Kuyudan Çıkardım Ya (2006); Hırsızın Hiç mi Suçu Yok (2006);
İçinde Ben de Vardım (2006 ); Hepsinin Tadı Aynı ( 2006); Yorgan Gitti Kavga
Bitti (2006), Ayçiçekle Nurdede (1989)                                                                   
Manzûm Destanları: Kıbrıs
Destanı (1975 – 1988); Dağıstanlı Arslan Şeyh Şâmil Destanı 1992-1995-1997);
Kanije Destanı (1992-1997)                                                                                                               
Tiyatro dalında:
Gelincikler Narindir (1986); Havada Bulut Yok (1986 )                                                          Hikâye dalında: Zincirli Tepe (1985); Sevgi Çemberi (1991);
Yarınlar Daha Güzel (1998)                            İnceleme dalında: Şeyh Şâmil ve
Çeçenistan (2002); Mevlâna Eşiğinde (2007); Çilenin Sultanı (2013)         Mektup
dalında:
Post-Nişîn’e Mektuplar (2004 ).                                                                                              
Hâtıra dalında: Darbelerde
Harbiyeli Olmak (2021)

Binin
üzerinde makale ve denemesi bulunan M. Hâlistin Kukul hakkında, hazırlanmış
dört lisans tezi de mevcuttur. Hâlen, yurdumuzun tanınmış edebiyât ve fikir
dergilerinde şiir ve makaleleri yayınlanmaktadır.

Kukul’un
iki çocuğu ve üç torunu vardır. 1997 yılında, Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi olarak emekli olmuştur.

 

Önceki İçerikYa Türkiye, Ya Ak Parti
Sonraki İçerik“Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler”
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.