Fransa’daki tarihi siyasal ve sosyal hareketler münasebetiyle
türetilen “jakoben” sözcüğü, “halka rağmen halk için devrim yapmak” tanımlamasıyla
sosyoloji biliminde yer almıştır. Jakobenlik, bizde bir zihniyeti, belli bir
dönemde devlet tarafından hızla yürürlüğe sokulan “muasırlaşma” sürecindeki
dayatmacı tavrı ifade eder. Türk siyasi tarihinin son yüz yılı içinde
“devrim-karşı devrim” tarzında yaşanan jakobence muameleleri halk bir türlü kabullenememiş,
içine sindirememiş; bu rahatsızlık “halk-aydın” çatışması olarak yazılı ve
sözlü kültürümüzde kendine zemin bulmuştur.
Genç kaymakam, direksiyonda şoförü olduğu halde yeni atandığı
ilçeyi tanımak amacıyla gezintiye çıkar. Yanında sıpasıyla kendilerine doğru
gelen bir yaşlıyla karşılaşır. Şoförüne “Dur da şu amcaya biraz takılayım.”
der. Devletin verdiği araba ihtiyarın tam önünde durdurulur. Kaymakam, “Amca
oğlanı almışsın yanına, ne tarafa gidiyorsun böyle?” diye sorar. İhtiyardan
“He, oğlanı mektebe yazdırdım da…” cevabını alır. Kaymakam, bu defa “Peki, bu
senin oğlan, okuyabilecek mi?” der. “Kendisi bilir, okumazsa şoför olur, okursa
da kaymakam.” cevabıyla ihtiyar köylü, kaymakama haddini bildirir.
Bir fıkra olarak anlatılan bu diyalog, kendine tepeden bakan, jakoben
eğitimle yetişen aydından, yöneticilerden halkımızın aldığı intikamdır.
Konuşmadaki kahramanların bakış açıları, ahlaki değerleri halk-aydın
ilişkisindeki trajedinin somutlaşmış hali.
Kendisini “ilerici, yenilikçi, çağdaş” olarak takdim eden siyasal
örgüt, bugünlerde bir “helalleşme”den
bahsediyor. Bunun karşısında yer alan ve kendisini “yerli, milli” sözcükleriyle
tanımlayan taraf ise “helalleşmeden önce hesaplaşmak” gerekir, diyor ve
helalleşme söyleminin samimiyetten uzak olduğunu, siyasi bir rant hesabına
dayandığını iddia ediyor.
Helalleşmek, hangi hesaba dayanırsa dayansın insani, İslami bir
yaklaşım ve teklif. Ancak, bu teklifin eyleme dönüşmesi sanıldığı kadar kolay
değil. Uzun bir geçmişi, milletin hafızasına sinmiş, genlerine kazınmış derin
yaraları var.
Helalleşmek ve hesaplaşmak, iki tarafın varlığını gerektirir.
Helalleşmede, taraflardan biri, mağdur eden; diğeri, mağdur olandır. Helalleşme
teklifi yapan taraf, bir yandan hatasını kabul ederken bir yandan da “güç
bende” demiş olur. Kendini “çağdaş” diye takdim edenler, öncelikle bu zihni
hastalıktan kurtulmalı, üstenci tavrı terk etmelidir.
“Helal” ve bunun karşıtı olan “haram”, İslami bir terimlerdir.
Seküler, laik kültürle yetişen, hayat tarzını buna göre belirleyen bu siyasal
hareket “helalleşme” teklifiyle bir
eksen ve zemin kayması yaşayacağının ne kadar farkındadır? Hayatı bu dünyadan
ibaret sananların “helalleşme”ye ihtiyacı yoktur. Helalleşmek, ölümden sonra yeni
bir hayatın varlığını, bir hesap günün geleceğini kabul etmeyi gerektirir. Ölüm
sonrası bir hayata göre bu dünya hayatını tanzim etmek de pozitivist, seküler
anlayışa ters düşer. Kendisiyle çelişenler ya bunun farkında değiller ya da
samimi değiller.
Helalleşmenin ilk adımı, “tövbe” etmektir. Tövbe, yapılanlardan
pişmanlık duymayı ve aynı yanlışları bir daha yapmamaya söz vermeyi, yemin
etmeyi zorunlu kılar. Helalleşme isteyenler, bunu göze almaya hazırlar mıdır,
başarabilecekler midir? Teklifte bulunduğu sosyal kesime tepeden bakmış,
jakoben ahlakla yetişmiş, ona, fıkrada örneğini gördüğümüz gibi, eşek kadar
değer vermiş zihniyet sahiplerinin bu talepleri sosyo-psikolojik açıdan pek
gerçekçi görünmüyor, ateşin yakmaması gibi bir şey.
“Hesaplaşma olmadan helalleşme olmaz.” diyenler de haklılar.
Helalleşme, zaten kayıpların veya mağduriyetin telafisiyle başlar.
Mağduriyetlerin hacmi, ölçüsü nedir, bu nasıl hesaplanacak, verilen bu kadar
zararın kaybı nasıl giderilecek, bu kadar hak kaybı nasıl telafi edilecek?
Malıyla, canıyla, nesliyle bedel ödemiş insanların mağduriyetlerini hangi
siyasi ahlak, ekonomik güç giderebilir? “Helalleşme” sözcüğünün hem içini
doldurmak hem getireceği yükü kaldırmak, sanıldığı kadar kolay değildir.
Hesaplaşma isteyenler haklıdırlar, onlardan bu haklarından vazgeçmelerini
istemek de karşı tarafın hakkı değildir.
Bilinen hikâyedir: Yılan çocuğu öldürür. Adam da yılanın kuyruğunu
koparır. Yıllar sonra adam, yılana dostluk teklif eder. Yılan, “Sende evlat
acısı, bende kuyruk acısı olduğu sürece, biz dost olamayız.” cevabını verir.
Helalleşme isteğindeki ısrar, olmayacak duaya “Amin” demektir, havanda su
dövmektir, suyu yokuşa doğru akıtma çabasıdır.
Duyguları okşayan, kulağa hoş gelen, eyleme dönüşmesi eşyanın
tabiatına aykırılığı besbelli olan bu sözcük, o halde niye gündeme geldi ve bir
süredir gündemde tutuluyor? Bu soruya
benim cevap vermem, okuyucuya hakaret olur.
Helalleşme ve hesaplaşma taraftarları arasındaki dil ve üslup
sorunu aşılamadan bir arpa boyu kadar yol alınamaz. Taraflar, birbirlerine ne
kendilerini anlatabiliyorlar ne de birbirlerini anlamaya niyetli görünüyorlar.
Tam bir körler sağırlar diyalogu. Tencere dibin kara, seninki benden kara…
Niyet, kalptedir, kalp dildedir. Niyeti hayır olanın, kalbi samimi, dili
ölçülü, üslubu yapıcı olmalıdır.
Siyasi rant için dini terminolojiyi kullanmaya gerek yok. Kimsenin
“helalleşme” beklentisi de yok. Helalleşme teklif edenler, önce pişmanlık
anlamında tövbe, daha sonra helalleşmeye konu ettikleri eylemleri zaman ve
zemine bağlı olmaksızın yapmamaya yemin etmelidir. Bunu da her vakit ve her
ortamda ispatlasınlar, samimiyetlerine inandırsınlar, bu yeter.
Zaman, pek çok yaranın merhemidir.
Her zaman, özellikle bu vakit… Dürüstlük vakti…