İnsan maddî beden
ve manevî akıl-kalb ikilisinden ibarettir. Biri maddesi, diğeri mânâsı. Maddî
bedenin el, kol, bacak ve iç organları gibi uzuv, aza ve organları olduğu gibi.
Bir bakıma mânevî bedenin de, iki temel sütunu olan akıl ve kalbin tecellîleri
/ görünümleri demek olan akletmek, tefekkür / düşünmek, tahayyül / hayal etmek
gibi, birçok manevî uzuv ve organları, arzu ve istekleri vardır. Bir bakıma
maddî tarafları; manevî taraflarının zuhur ettiği / göründüğü, akıl ve kalbin
fonksiyon ve işlevlerinin ortaya çıktığı yerlerdir.
Göz görür, kulak
işitir, el dokunur, ayak yürür. Bunlar işin maddî yönü. Akıl ve kalb bunları
yorumlar. Bunlar ise işin manevî tarafı.
Akıl ve kalbin
akletmesi, fikretmesi, hayal etmesi, tasavvur etmesi ise, maddî uzuvların
onlara veri / bir bakıma malzeme vermesi ile mümkündür. Çünkü insan görmediği,
duymadığı şeyler hakkında; fikir ve akıl yürütemez. Biri işin maddî, diğeri
mânâ yönüdür.
Madde-mânâ ikiz
kardeş gibidir. İnsan ancak akıl ve kalple gerçeklere muhatap olur. Ancak bu
ikisinin ittifakı ve birbirine destek olması ile gerçeklerle yüzleşmek imkânı
bulur.
Sadece akılla
gittiği takdirde, vehim ve şüphelere düşmesi olmayacak şey değil.
Gerçeklere
ulaşmada şüphenin yeri önemlidir.
Tabii aşırı
gitmemek, muvakkat / geçici olmak şartıyla.
Kavrayış ve
anlayışımızı kesinleştirmek ve pekiştirmek ve aklî bir anlayış zeminine kavuşturmak
için şüphe; bizi derin bir araştırmaya sevk eder. Konuyu iyice anlamamızı
sağlar. “Metodik bir şüphe”nin anlama ve anlaşılmada rolü büyüktür. Üstelik bu
yola başvurmak elzem, zaruri ve zorunludur.
Gerçeğin peşinde
olmak istiyorsak; bunun ancak aklın rehberliği ile olabileceğini bilmemiz
gerekir. Çünkü iyiyi kötüyü ve bilimi anlayan, sebeplerden sonuç çıkaran,
yapılandan yapana geçmesini sağlayan en önemli hassa ve özelliğimiz olan aklın
rehberliğinde yola çıkmamız şart.
Ancak aklın
sayesinde düşünme ve anlama kabiliyetimizi harekete geçirebileceğimizi
bilmeliyiz.
Zihin, zekâ,
fehmetme / anlama, irade / istek ve ne yaptığımızın bilinç ve şuurunda olmanın;
ancak akıl sayesinde mümkün ve olasılık kazanacağı muhakkak. Yalnız akıl da
nurunu, yani aklın aydınlatıcı ışığını kalpten alır. Eğer parlak fikirler
kalpdeki basiret ve idrakten beslenmezse, fikirler yumağı olan ilim ve basiret
meydana gelmez. Kısaca akıl kalbsiz yapamaz. Biri ampul, diğeri elektrik
gibidir.
Beş duyu ile
hissedilemeyen şeyleri; manevî bir nur olan akıl ile idrak edip kavrayabilir,
sebep sonuç münasebetini akılla kurar, anlar ve biliriz.
X
Büyük zâtlar
başlarına bir belâ, bir musibet geldiğinde veya kötü birinin musallat oluşu
durumuyla karşılaştıkları zaman; muhatabı / karşısındakini, kendisini rahatsız
edeni değil, bilakis kendilerini itham edip suçlarlar.
“Evet ben
haklıyım, hakkım yenilmiştir! Bana yanlış davranılmıştır! Ama ben ne
yapmalıydım, nasıl hareket etmeliydim ki, onun bana musallat oluşuna fırsat
vermemeliydim, yaptığını engellemiş olaydım.” derler. “Hatalı olmadığım halde,
yine de onlara karşı nasıl bir tavır içinde olmalıydım ki, belâ, musibet ve
sataşmayı; ta işin başında savabilseydim.” diye düşünürler.
X
Aynada görülen
aynadan değildir. Sadece aslın aksi, görüntüsü ve yankısıdır.
Tıpkı televizyonda
görülen suretlerin, işitilen seslerin kaynağı; televizyon olmadığı gibi.
Çünkü kaynak, yayın
yapılan merkezdir.
Tıpkı vücudun;
ruhun kaynağı değil, ruhun tecellî ettiği / göründüğü ekran ve sahne olması
gibi.
Tıpkı ampüldeki
ışığın kaynağı, ampül olmadığı gibi.
Tıpkı resmin
kaynağı, tuval / üzerine resim yapılan şey olmadığı gibi.
X
Bir dua: “Kur’an’ı
gönlümün enîsi (arkadaşı), göğsümün nûru yap.”