Türkçenin zirvedeki uzmanı, Türkolog, eski Türk Dil Kurumu Başkanı ve –
en önemlisi– 60 yıllık dostum Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, 18 Temmuz Pazar
yazısında, dil, lehçeler ve alt lehçeleri anlatırken bir yerde “dil nedir?”
diye sormuş. (https://millidusunce.com/dille-ilgili-bazi-terimler/) Cevapları
arasında rahmetli Prof. Dr. Muharrem Ergin’in Türkoloji öğretiminde yaygın
olarak kullanılan tarifi var:
“Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine
mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir
varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi,
seslerden örülmüş içtimaî bir müessesedir.”
Dikkatle okuyun. Bilimkurgu gibi bir tanım. Sanki başka bir evrenden
gelen bir mahlûktan bahsediliyor. Fakat doğru. Dil gerçekten eşsiz bir yetenek,
bir toplum kurumu, kendi kendini yaratan, geliştiren, değiştiren, bazen de
fakirleştiren bir canlı ama ne bitki ne de hayvan. Dili, belirli zamanda
yaşayan bir insan veya toplum da inşa etmiyor. Dil, toplumun zaman nehrindeki
akışı sırasında, nesillerden nesillere devrolundukça oluşuyor. Dil milleti,
millet de dili inşa ediyor.
Orta Oyununu Terk Edersek Millî Kültür Çöker Mi?
Buradan gençliğimizde bir türlü içinden çıkamadığımız bir meraka geçebiliriz.
Kültür nedir?
Kültür, millî midir, evrensel mi? Yoksa Gökalp’ın dediği gibi evrensel
olan medeniyet midir? Millî kültür nedir? Onu korumalı mıyız? Koruyacaksak
bunun bileşenleri nedir ki koruyalım? Korumak mı geliştirmek mi? Geliştirmekse
biz bunu nasıl başarırız? Yer sofrası, kara saban, çarık mıdır millî kültür?
Yoksa Fuzûlî, Karacaoğlan, Mevlana mıdır? Orta oyununu bırakıp televizyon
dizisi seyretmeye başlarsak millî kültür çöker mi?
Umarım günümüz gençleri de bu meraklara sahiptir. Kültür gibi,
medeniyet gibi şeyleri düşünüp araştırıyorlardır? Yoksa şeytan taşlamaktan
ibadete vakit bulamıyorlar mı? Buluyorlarsa da pek az buluyorlar herhalde.
Çünkü genç veya orta, hatta ileri yaştakiler, ne zaman mikrofona, ekrana çıksa,
kendi dışındakilerin ne kadar kötü ve tehlikeli olduğunu çemkiriyor. Kendisine
ait bir problemi, cevabını merak ettiği bir sorusu yok.
Kültür Bir Ömre Sığmaz
Siyasetçi dövmeyi burada bırakayım, zaten haddim değil. Soruya döneyim:
Kültür nedir? Rahmetli Muharrem Ergin Hoca’nın dil tarifinin yanına, millet-
milliyet sosyoloğu Ernest Gellner’in, sık tekrarladığım kültür hükmünü
yerleştirirsem belki bir adım daha ilerleyebiliriz: “Dil, kültürün bir bileşeni
değildir; dil kültürdür!” O halde kültürün tarifi de Muharrem Ergin Hoca’nın
dil tarifine yakın olmalı. Bir deneyelim: “Kültür, toplumda anlaşmayı ve
yakınlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve
ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen
zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, bilgiden örülmüş içtimaî bir
müessesedir.” Hiç de fena olmadı. Ancak birkaç noktaya müdahale ettim, ses
yerine bilgi koymak gibi. Başlangıcını da şöyle değiştirebiliriz: “Toplumda
anlaşmayı, yakınlaşmayı, velhasıl toplumun canlılığını sağlayan…“.
Şimdi başka sorular doğuyor kafamda. Bir kültür unsurunun, kültür
unsuru olabilmesi için ne kadar eski olması gerekiyor? “Temeli bilinmeyen
zamanlarda” atılmışsa, bilinmeyen zamanlar hangi tarihte biter, bilinenler
hangi vakitte başlar?
Ne ekonomik, ne de aletli hayvan. İnsan, kültürlü hayvan
Burada, bugünlerde aşk yaşadığım, Başarımızın Sırrı (The Secret of Our
Success) kitabındaki kültür tanımlamasına göz atmak gerekecek. (Joseph
Henrich’in, 2016 tarihli kitabının Türkçesi maalesef hâlâ yok.)
Henrich’e Göre Bir Kültür Ögesi:
Bir insan ömrü içinde keşfedilemez, yaratılamaz.
Bir kişi ve bir grubun keşfi değildir.
Toplumdaki iletişim-ilişki yoğunluğuyla zenginleşir.
Nesilden nesile aktarılıp birikerek, üst üste konularak, bilenip
iyileştirilerek oluşur.
Toplum içindeki yoğun iletişim, kültürün yatay boyutunu anlatıyor.
Nesilden nesile birikerek akması da düşey boyutunu. Şöyle yazıyor Henrich:
“İnsanın nasıl evrildiği ve diğer hayvanlardan nasıl bu kadar farklı
oluğumuzu anlamanın anahtarı, türümüzün bir kültür türü olduğunu kabul etmekten
geçer. Belki bir milyon yıldan daha uzun bir zaman önce, bizim evrim çizgimizin
üyeleri, bir birlerinden öyle bir tarzda öğrenmeye başladılar ki, kültür bir
birikim hâline (kümülatif hâle) geldi. Yani avlanma usulleri, alet yapma
ustalıkları, iz sürme marifetleri ve yenebilir bitki bilgisi- başkalarından
öğrenilerek- gelişme ve birikme yoluna girdi. Her nesil, geçmiş nesilden miras kalan
hünerleri ve marifeti alıp bunlara ilaveler, geliştirmeler yapmaya başladı.
“Avcı-toplayıcıların gelişmiş ok ve kayıklarından modern dünyanın
antibiyotiklerine, uçaklarına kadar türümüzü karakterize eden çarpıcı
teknolojiler, tek tek dâhilerin icadı değildir. Bunlar, nesiller boyu bir
biriyle yoğun temas içindeki insanlar arasında,
fikirlerin, uygulamaların, talihli hataların ve tesadüfî derin
görüşlerin bir nehir gibi akması, karışması ve yeniden birleşmesinin eseridir.”
Çok karmaşık! Anlaşılır hâle gelmesi için örnek vermek gerekir. Dil,
edebiyat, sanatlar böyle değil midir? Bunları yücelten zirveler vardır ama bu
mirasın tamamı bir kişinin veya bir dâhinin eseri olamaz. Bir insanın ömrü
içinde inşa edilemez. Hatta bu akışa büyük katkılar yapan altın çağlar
gözlemlesek de, bunların tamamı belli bir zamanda yaşamış bir toplumun eseri de
değildir. Nesiller boyu insanlar arasında sürüp gelmiş ve nesilden nesile
aktarılmış, her neslin şuurlu veya şuursuz ilaveleriyle, budamalarıyla bugünkü
hâlini almış canlılardır.
Dilimizde ve kültürümüzde, tıpkı genlerimizdeki gibi, atalarımız
yaşıyor.