Milletler yaşadığı topraklarda öylesine
önemli olaylar, dönemlerle karşı karşıya kalırlar ki! Bu dönemler; onların
geleceklerini şekillendiren, yaşamlarına şekil veren değer yargılarını da test
eder.
Türk Milleti binlerce yıllık tarihi boyunca
pek çok önemli olaylarla, dönemlerle karşı karşıya kalmış ama daima doğup büyüdükleri
topraklara, atalarımızdan devir alınan emanetlere, vatan, bayrak, inanç,
gelenek, görenek, dil birlikteliği, ülkü beraberliği gibi değerlere sahip
çıkmış; özgürlüğümüz ve bağımsızlığımız için nesiller boyunca binlerce vatan
evladımız bu uğurda hayatlarını seve, seve feda etmiş ama tarihin hiçbir
döneminde düşmanına diz çökmemiştir.
19 Mayıs 1919:
1’nci
Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı Devletinin, Mondros Mütarekesiyle
paramparça edilmesinden, topraklarının düşman işgaline uğramasından sonra; sadece
milletine güvenen büyük bir dâhinin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde,
milletçe esaretten kurtuluşa gidişimizin başlangıç tarihi, 98 yıllık Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin kuruluşuna giden yolda atılan ilk adımın tarihe iz
düşümüdür.
İşte Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın anlatımıyla 19
Mayıs 1919’un önemi ve tarihsel gerçeği:
‘’
Vahdettin kabinelerinde benim için iki zıt fikir vardı: Biri beni lehlerinde
kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir suretle itimat edilmemek lazım olduğunu
iddia edenler! Aylarca münakaşalardan sonra hangi fikir kazanmış, bilir
misiniz: Mustafa Kemal’e emniyet edilemez! Mustafa Kemal İstanbul’da birtakım
menfi telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak
lazımdır.
‘’Mustafa Kemal’i Anadolu
dağlarına atmalı ve orada çürütmeli!’’ Nihayet bu karar üzerinde mutabık
kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım beni tebrik ettiler.
Beni İstanbul’dan çıkarmakla
ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul
idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri subaylarının raporları ile dolu bir
dosya halinde ellerine geldi. Bir gün Harbiye Nazırı rahmetli Şakir Paşa beni
makamına davet etti (29 Nisan 1919). Bürosunda karşısına oturdum. Bir tek
kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı:
. Bunu okur musunuz? Dedi.
Dosyayı baştan nihayetine kadar
gözden geçirdim. Özeti şu idi: ‘’Samsun ve havalisinde birçok Rum köyleri
Türkler tarafından her gün tecavüze uğramaktadır. (aslında tam tersine Samsun Sancağında Rum Pontus yanlısı 50’den fazla
çete türemiş, asayiş denen bir şey kalmamıştı. Türk köylerinin de bu çetelerden
kendilerini korumak maksadıyla silahlandığı bilinen gerçekti.) İstanbul
Hükümeti bu vahşi tecavüzlerin önüne geçememektedir. Bu havalinin emniyet ve
huzurunu temin etmek insaniyet namına borcumuzdur’’. Raporlar İstanbul
Hükümetine verilirken, bir de protesto ilave edilmişti:
‘’Bu tecavüzleri men etmek lazımdır. Eğer siz aciz iseniz, vazifeyi biz
üstümüze alacağız…’’
İşgal kuvvetleri komutanlığınca
Osmanlı/İstanbul hükümetine verilen bu kesin uyarıdan sonra Mustafa Kemal
Paşanın Samsun ve havalisinde olduğu iddia edilen bu olayları incelemek adına
9’ncu Ordu Birlikleri Müfettişi olarak görevlendirilmesi, Gazi’nin bir an önce
Anadolu’ya geçerek, yakacağı istiklal meşalesi için bulunmaz bir fırsat
yaratmıştı. İstanbul’dan ayrılmadan önce Hükümet üyelerine veda etmek istedi…
İstanbul Hükümetinin Bakanlarına veda:
‘’…… Başka ziyaretlerde de bulunmak lazımdı. Harbiye Nazırını,
Sadrazamı, Dâhiliye Nazırını aradım (15 Mayıs 1919) Hiçbiri makamında yoktu.
Toplantı halinde imişler. En kestirmesi Babıâli’ye gidip kendilerine haber
vermekti. Beni Sadaret bekleme salonuna aldılar. Benim geldiğimi duyan bazı
nazırların da salona geldiklerini görerek biraz şaşırdım. Mehmet Ali Bey beni
meraktan kurtardı:
. Allah Allah ne küstahlık… İşittiniz mi efendim, Yunanlılar İzmir’e
çıkıyor…
Bu sözleri Bahriye Nazırı doğruladı.
. Ya… Dedim,
bu da mı oldu?
. Evet…
Ne yapmayı
tasavvur ediyorsunuz? Diye sordum.
. Protesto
edeceğiz! Cevabını verdiler.
. Bu
lazımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlıların İzmir’den geri
çekileceklerine ihtimal veriyor musunuz?
Yüzüme baktılar:
. Fakat başka
ne yapabiliriz? ’’
Samsun’a
hareket etmeden önce Padişah’la Son Buluşma:
‘’…….Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize
denecek kadar yakın oturduk. (16 Mayıs 1919) Sağında dirseğini dayamış olduğu
bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden
gördüğüm manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları!
Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için
oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi.
Vahdettin hiç unutamayacağım şu
sözlerle konuşmaya başladı:
. Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi
kitaba girmiştir (elini kitabın üzerine bastı ve ilave etti), tarihe geçmiştir.
(O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnetle
dinliyordum). Bunları unutun dedi; asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim
olabilir. Paşa, paşa devleti kurtarabilirsin!
Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba
Vahdettin samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki yabancı hükümetlerin yüzüncü
derecede aletleri ile temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya
çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı?
Fakat böyle bir tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim.
Kendisine basit cevaplar verdim;
Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen
hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.
Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye
uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve
fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket
bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim.
Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyor ki, hiçbir kuvvetimiz
yoktur. Tek dayanağımız İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim
memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları
memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna
inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri yola getirirsem,
Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
. Merak buyurmayınız efendimiz, dedim. Nokta-i nazar-ı şahanenizi
anladım. İrade-i seniyeniz olursa… Hemen hareket edeceğim ve bana emir
buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.
‘’Muvaffak ol’’ hitab-ı
şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım. Naci Paşa, padişahın yaveri,
fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak bir muhafaza içine bir
şey tutuyordu:
. Zat-ı Şahanenin hatırası dedi.
Kapağının üzerine Vahdettin’in
isminin ilk harfleri işlenmiş bir saatti. ‘’Peki, teşekkür ederim’’, dedim.
Yaverim aldı. Sonra sanki Yıldız Sarayından çıktığımızı ve hareket etmek üzere
olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi bir ihtiyatla, ayaklarımızın
patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık…’’
Mustafa Kemal Paşa; padişahın iradesiyle
görevlendirildiği 9’ncu Ordu Komutanlığı Müfettişliği göreviyle ilgili olarak
tüm hazırlıklarını tamamlamış, kendisine verilen görev emriyle birlikte
Karadeniz’e açılmaya artık hazırdır, Bandırma vapuru da hazır…
Samsun’a Doğru:
‘’………Artık Şişli’deki evi
bırakmak üzereyiz. Bandırma vapuru Galata rıhtımında hazır, bildiğimiz bu!
Karargâhımızdan olanlar
belirlenen saatte rıhtımda toplanmış olacaklardı. Otomobil kapımın önünde idi.
Evdeki vedaları bitirmiştim. Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir
dostum (Rauf Orbay), aldığı bir habere göre benim ya hareketime müsaade
edilmeyeceğini yahut vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi.
Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun süre yanımda
çalışan bir kurmay da gelerek, mahiyetinde çalıştığı bir damattan aynı şeyleri
öğrendiğini bildirdi. Bir an yalnız kaldım. Ve düşündüm. Bu dakikada
düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimden bir
şimşek geçti:
Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek!
Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır.
Bu ihtimal mantıklı idi. Ancak benim için
yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan alıkonulmak, hepsi
ölümle denk idi.
Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata rıhtımına geldim. Baktım
ki rıhtıma yanaşmış olacağını sandığım vapur uzaklardadır.
Sandallarla vapura gittik. Kaptana yola çıkmak için emir verdimse de,
Kız Kulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç yabancı subay ve askeri
bizi yoklayacaklardı. Muayene uzayıp gitti. Gelip gidildiğine göre acaba
bunlarla şehirdekiler arasında bir muhabere mi vardı?
Maksat beni tevkif etmekse, bütün bu şeylere
lüzum yoktu. Sıkılıyordum. Bir kararsızlık da olabilir diye düşündüm. Bundan
istifade edebilmek için kaptana hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim.
Yirmi yedi yıllık ihtiyar kaptan demir
aldırmaya başladı. Ben kaptan yerinde idim. İngiliz Subay ve askerleri dışarı
çıktılar. Hareket ettik. (16 Mayıs 1919, Cuma saat: 14.50)
Karadeniz Boğazı’ndan çıkarken, kaptana
tehlikeleri anlattım. Cevap verdi:
. Ne aksi, dedi, bu denizi pekiyi tanımam, pusulamızda biraz bozuk…
Mümkün olduğu kadar kıyıları takip etmesini
tavsiye ettim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu’nun bir kara
parçasına ayak basmaktan ibaretti…’’
Devrime İlk Adım:
‘’Ve
nihayet 19 Mayıs 1919 Pazartesi sabahı Mustafa Kemal Paşa, saat 07.00 sularında
Samsun’a çıktı. Dil İskelesi’nden Anadolu toprağına ilk adımın attığında
yeniden doğmuş gibiydi. Aylardan beri süren kâbus artık sona ermişti. Mustafa
Kemal Paşa ve beraberinde tek tek kendisinin seçtiği 18 arkadaşı vardı. Devrime
giden yolda ilk adımı bu arkadaşlarıyla birlikte atacaktı.
Samsun limanı yetersiz olduğu için açıkta
demirleyen ‘’Bandırma’ya’’ Samsun’daki tümenden Binbaşı Mahmut Ekrem Bey
yanaşmış, Paşa ve karargâhını alıp karaya çıkartmıştı.
Görünüşte diğerlerinden pek de farklı
olmayan, sıradan bir günü yaşamaya hazırlanıyordu Samsun. İzmir’in işgali
üzerine duyulan tepkinin getirdiği gerginlik, Rum Pontus Çetelerinin yarattığı
tedirginlik, halkın bakışlarından okunan yorgunluk bir bakışta fark ediliyordu.
Eğer Samsun’u üç kelime ile anlatmak gerekse,
şu söylenebilirdi; yorgun, kızgın, bezgin…’’
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a
gönderilişinin bir tek amacı vardır:
O da İngiltere’nin Samsun ve çevresini işgal
etmek için bahane arayarak Hükümet’e 21 Nisan 1919’da verdiği notanın gereğini
yerine getirerek, böylesi bir bahaneyi ortadan kaldırmak ve böylece işgale
engel olmak. O günlerde Padişah ve Hükümet, İstanbul’u kurtarmanın kaygısına
düşmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu’ya sırtlarını çevirmiş gibidirler. Anadolu,
adeta kaderine razı bir tevekkülle başına geleceği bekler gibidir.
İstanbul Hükümetini asıl kaygılandıran nokta,
imzalanan Mondros Mütarekesi’nin yedinci maddesidir. Bu maddeye Mustafa Kemal,
ilk günden itiraz etmiş, dinletememişti. Şimdi haklı olduğu anlaşılıyordu.
Yedinci maddeye dayanarak, işgalciler, asayişi yeterli görmedikleri her yeri
işgal edebilirlerdi…’’ Ve öylede yaptılar!
Ancak bundan böyle önlerinde büyük bir engel
olacaktı: Türk Milleti ve Mustafa Kemal…
Düşmanın öngördüğü halde ne Karadeniz’in
azgın sularında, ne de Samsun’da ele geçirmedikleri Gazi Paşa; bundan sonrasını
Türk Milletinden aldığı o büyük güçle tarih sayfalarına kazıyacak; Türk
Milletinin Kurtuluş Savaşının destanı, Anadolu’da yazılacaktı…
Sevgili okur;
Tarih, hiçbir neden uğruna siyaset malzemesi
yapılmayacak/yapılamayacak kadar önemlidir! Çünkü tarihi gerçekleri görmezden gelerek,
çarpıtarak, kendisine göre yorumlayanlara en iyi cevabı; tarih sayfalarımıza acıyla,
kanla, gözyaşıyla yazılan nice zaferlerin, başarıların gerçekleri yanıt verir.
Unutulmasın ki! Tarih, gerçeklerin sesidir. Tarih tutkunun
esiri olmaz. Tarih, gerçeklerin çığlığıdır. Ve zaman asla kaybolmaz.
(Kaynakça: ‘’İmparatorluk’tan
Cumhuriyet’e Türk Kurtuluş Savaşı Belgeseli, 1917-1920 Dr. Orhan Çekiç).)