Hakikatü’l –
Hakaika / Hakikatların Hakikatına / Gerçeklerin Gerçeğine / Gerçeklerin
Asıllarına kim ulaşmak istemez ki?
Bu yolda kimileri
ulûm-i akliye / akıl ilimleriyle, kimileri ulûm-i felsefe / felsefe
ilimleriyle, harekete geçer.
Kimileri ehl-i
tarikat / tarikat ehli / kalbini dünyanın fani işlerinden ayırıp, Allah sevgisi
ile bağlayanlar gibi bir yolu seçer.
Kimileri ehl-i
hakikat / hakikati arzulayan, gerçeği bulup onun peşinden giden Allah adamları
gibi, bir mesleği / bir yolu tercih eder.
Kimileri de, bu
yola çıkmak için, pek çok ehl-i tarikat / tarikat ehli gibi, yalnız kalben /
kalb ile harekete kanaat etmez.
Çünkü akılları,
fikirleri hikmet-i felsefe / felsefe ilmi ile bir derece yaralıdır.
Tabii materyalist,
sadece maddiyyunculuğu dava edinen menfî felsefeden ötürü, zihinleri bulanık
fikirleri ise, karma karışıktır. Tedavileri lâzımdır.
Çünkü felsefe
ikidir. Müspet felsefe, menfi felsefe. Müspet felsefeye kulak vermeli. Asıl onu
hesaba katmalı. Onu dinlemeli.
Maddeyi esas alan
felsefeyi değil, mânayı temel alan felsefeye kulak vermeli.
Zira, “Her şeyi
maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.”
Aslında, hem
kalben / kalb ile, hem aklen / akıl ile hakikata / gerçeğe giden ehl-i
hakikatin metod ve yoluyla gerçeğin peşine düşmeli.
Çünkü gerçeğe
götürücü yolların her birinin ayrı, çekici, cazibeli, kendine has özellik,
nitelik ve etkileri var.
Fakat bu sefer de,
hangilerinin arkasından gitmek gerektiği hususunda tereddüt, hayret ve
şaşkınlık içinde kalmamak mümkün mü?
İşte tam da bu
anda, İmam-ı Rabbanî’nin altın sözü imdada yetişir:
“Tevhid-i kıble et!” / “Tek bir yere yönel!”
Yani “Yalnız bir üstadın / bir öğreticinin arkasından git!”
Demek ister ki
“Üstad-ı hakikî / gerçek yol gösterici Kur’an’dır.”
Tevhid-i kıble /
Tek bir yere yönelme; ancak bu üstadla / bu öğretici ile, bu öğretmenle yani
Kur’an’la olur.
Yalnız o Üstad-ı
Kudsî’nin / Kudsî / Kutsal Yüce Üstad’ın irşadıyla / doğru yolu göstermesiyle,
gafletten uyandırmasıyla olur.
Böylece hem kalbi,
hem dirilik kaynağı, hayatın temeli, sebebi ve manevî bir varlık olan rûhu;
gayet / son derece garip / tuhaf, şaşılacak bir tarz ve biçimde sülûka / o
yolda yükselişe başlar.
Kötülüğü çok
emredici, o nefs-i emmaresi de; şek ve şüphelerinin -kendisini araştırmaya sevk
ettiği için- yol göstermesiyle; onu manevî, ilmî mücahedeye / hakkın isteği
doğrultusunda hareket etmeye onu mecbur eder. Etmek zorunda bırakır.
Gözü kapalı olarak
değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlâna Celaleddin ve İmam-ı Rabbanî gibi kalb, ruh
ve akıl gözleri açık olarak;
Ehl-i istiğrakın /
manevî bir coşkunlukla, kendinden geçmiş bir hâle giren zatların, akıl
gözlerini kapadığı yerlerde; o makamlarda gözü açık olarak gezer.
Kur’an’ın
dersiyle, irşadı / doğru yolu göstermesiyle hakikate / gerçeğe / asıl ve esasa
bir yol bulup, girmiş olur.
Hatta “Ve fi külli
şey’in lehu âyetün tedüllü a’lâ ennehu vahidün.” (İbnü’l-Mu’tez)
“Her şeyde O’nun
birliğine delil olan bir alâmet vardır.” hakikatine mazhar / nail olmuş olur.
Mevlâna Celaleddin
ve İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi, akıl ve kalp ittifakı / birliği ile
gittiği için, her şeyden evvel, kalp ve ruhunun yaraları tedavi olup iyileşir.
Hayırdan alıkoyan
nefsin, evham / vehim ve kuruntularından uzaklaşır.
Menfî felsefenin;
tek taraflı olarak dalâlete / sapık yola çekmek isteyen tasallutundan kurtulur.