Konudan Konuya (4)

87

     Tarih boyunca,
büyük zatlar / kişiler, gerçek manevî büyükler, sözlerine şöyle başlamış ve
hâlen de öyle başlamaktadırlar:

     “Mütekellim /
söyleyen, konuşan âciz / zayıf, güçsüz, zavallı kalbimdir. Muhatap; kendisine
hitap olunan, söz söylenilen bizzat âsî / isyan edici başkaldırıcı nefsimdir.
Ki tüm kötü vasıfları kendisinde toplamış, hayırlı işlerden beni alıkoymaya
çalışan bir güce sahiptir. Kısaca seslenişim; nefsime yani kendimden kendimedir
be dostlar! 

     “Yani ben kendime
hitap ediyor, sesleniyorum. Kendilerini, nefislerini benim gibi ikaz ve uyarıya
muhtaç ve müstahak görenler; uyarılarıma hak verip kulak asanlar, gerekeni
yaparlar. Tabii yine de kendileri bilir, buna ancak kendileri karar verirler.”

     Sözlerine bu
şekilde başlamakla kimseyi rencide etmez, kırmaz, incitmezler. Sadece
insanların kendileri hakkında düşünmelerini sağlar. Dinleyen kimse, eğer insaf
sahibi ise söylenecek söz, nasihat ve öğütlerden kendine pay çıkarır. Alınmadan
incinmeden, izzeti nefsi yaralanmadan doğru olana yapışır.

     Çölde giden bir
Arap yorulur. Dinlenecek bir yer arar. Yakındaki küçük bir tepenin yamacına
oturur. Dinlenmeye koyulur. Kendisi; hayatını yol kesicilikle, onu bunu haraca
kesmekle temin eden / kazanan meşhur / ünlü bir eşkıyadır. Kendisini dinlenmeye
bırakmış iken, kum tepeciğinin arka yamacında, kendisinden habersiz olan bir
başka Arap yolcu da orada oturuyor; aynı zamanda kendi kendine fakat sesli bir
şekilde Kur’an okuyordu. Öbür tarafta yan gelip dinlenmekte olan; yol kesici
eşkıya; hazin hazin okunan Kur’an’ın bu nâfiz / ruhlara işleyici sesine ister
istemez kulak vermek zorunda kalır, kulak misafiri olur.  Tabii Arap olduğu için Kur’an’ı sathî /
yüzeysel olarak anlayacak seviye ve düzeydedir.

     Yamacın diğer
tarafındaki Arap, hasbelkader / tesadüfen şu meallerde olan Kur’an âyetlerini
okumaktadır:

     “İnsan (öldükten
sonra dirilmeyeceğini ve) kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır! (Böyle
zanneden / sanan varsa, kendi yaratılışı üzerinde bir kere daha düşünsün.)”
(Kıyamet: 36)

     “Yaratan / Allah
yarattığını bilmez mi? O lâtiftir (bilgisi her şeyin içine geçen, her şeyi)
haber alandır.” (Mülk: 14)

     “(Uyarılara
rağmen) büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.” (Vakıa: 46)

     “Bugün artık ne
sizden, ne de inkâr edenlerden fidye alınmaz, varacağınız yer ateştir. Sizin
lâyığınız odur. Ne kötü gidilecek yerdir orası!” (Hadid: 15)

     “İnananlar için
hâlâ vakit gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ın zikrine ve inen hakka saygı duysun
ve bundan önce kendilerine Kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman
geçmekle kalpleri katılaşmış, çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar?”
(Hadid. 16)

     “Fakat gizlide
Rablerine saygılı olanlara gelince, onlar için bağış(lama) ve büyük mükâfat
(ödül) vardır.” (Mülk: 12)

     Âdeta beyninden
vurulmuşa döner! Çölün o ıssızlığında, bu İlâhî îkaz / uyarı, nedense ona çok
tesîr eder, onu müthiş etkiler! Sanki âyet ona “Kulum! Daha ne zamana kadar bu
âsiliğe, bu eşkıyalığa devam edeceksin? Yaptıkların yanına kâr mı kalacak
sanıyorsun?” der gibiydi.

     Eşkıya bu İlahî
hitabı kendisine yapılmış kabul ederek, âdeta içinden gelen bir haykırışla:

     “Tamam Ya Rabbi, tamam buraya kadar. Artık
eşkıyalığa, yol kesiciliğe, haram yoldan geçimimi temin edip sağlamaya paydos.
Bundan sonra senin yolunda olacağım. Tüm yanlış yaptıklarımdan tövbe Ya Rabbi!”
der. Kalan ömrünü verdiği söz doğrultusunda geçirmeye gayret eder, çalışır.

     “Tatlı dil, yılanı
deliğinden çıkarır.” derler ya, onun gibi bir şey.

     Nitekim Hz.
Peygamber, cemaata / topluma karşı konuşurken, yanlış iş ve harekette
bulunanları uyarmak istediği zaman; onların isimlerini anarak “Ey falan filan
kişiler yanlış yapıyorsunuz!” şeklinde değil de, “Bazıları şöyle şöyle yanlış
hareket ediyor! Öyle yapmasalar daha iyi olur.” diyerek ortadan konuşur,
kimseye bizzat hitap etmemiş olurdu. Böylece kimse mahcup duruma düşmeden,
yanlışlarını bir kenara bırakır; böylece ne şiş yanmış olurdu ne de kebap.

Önceki İçerikKur’an Kuyusu
Sonraki İçerikTarih Tekerrür Etmez, fakat Kafiyelidir
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.