Kur’an’ın iyi, güzel ve kusursuz sözü yani belâgatı; icaz
derecesindedir. Mucizedir. İnsanı benzerini yapmakta acze düşürücü bir
seviyededir. Yani insan bu derece belâgatli bir eser ortaya koyamaz. Böyle bir
eser yazmaktan âcizdir. Güçsüzdür. Kur’an gibi harikulâdelik / eşi
görülmemişlik seviyesi arzeden bir eser te’lîf edemez, yazamaz.
İşte
vahyedilişinden itibaren günümüze, hattâ Kıyamete kadar insanın acze düştüğü ve
düşeceği Kur’an’ın belâgati; nazmının sıra ve düzenindeki güzelliğin
cezaletinden / eşsiz ve düzgün oluşundan ileri gelmektedir.
Kur’an’ın
belâgati, metanet ve sağlamlığındaki hüsün ve güzelliğinden kaynaklanmaktadır.
Üslûp yani stil,
kendine has ifade ve yazı tarzının; bedaat / güzellik ve yenilikler
taşımasındandır.
Garip, şaşırtıcı,
benzersiz oluşu; müstahsenliği / beğenilmişliği durumundan dolayıdır.
Beyanın beraati /
erdemli oluşu ve mükemmelliği; faikiyet / yükseklik ve seçkinliğinden; her şeyi
en güzel şekilde ifade etme kabiliyetinin saffetinden / temiz, arı duru anlatış
üstünlüğünden ötürüdür.
Maani / mâna ve
anlamlarının; kuvvet ve hakkaniyeti / hak ve adalete uygun oluşundandır.
Kur’an’ın
belâgatindeki eşsizliği; lâfız / söz ve kelimelerinin fesahati; yani doğru,
düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması sayesindedir.
Selaseti / sözün
akıcı, anlaşılır olma hâli; belâgatinden tevellüt eden / ortaya çıkan, sözün
harikulâde / olağanüstü güzelliğindendir.
İşte böyle eşsiz
bir belâgati içeren Kur’an; Benî Âdeme / Âdemoğullarına, insanlara, en dâhi /
en anlayışlı, en uyanık, en deha sahibi ediplere, en güzel ve san’atlı söz
söyleyen yazarlara meydan okumakta, onlara karşı “Hodri meydan!” çağrısında
bulunmakta. En harika / olağanüstü vasıflar sahibi hatiplerini, en mütebahhir /
bilgisi deniz gibi geniş ve engin olan bilgin ve âlimlerini ve hattâ ulemasını
/ bilginlerini, ilim adamlarını muarazaya / sözle karşılıklı mücadeleye davet
etmekte. Çağrıda bulunmakta. Nitekim bin dört yüz senedir bu meydan okuyuşuna
devam etmekte.
Böylece onların
damarlarına şiddetle dokunmuş ve dokunmakta. Muarazaya / söze sözle karşılık
vermeye davet ettiği hâlde, kibir ve gururlarından başını semavata / göklere
vuran o dâhiler / o deha sahipleri; ona muarazaya / sözle karşılık vermeye
muktedir olamamış ve olamamaktadırlar. Bu hususta ağız açamayıp, tam bir zillet
ve aşağılık içinde boyun eğmek zorunda kalmış ve kalmaktadırlar.
Nitekim Kur’an’ın
belâgatindeki i’caz vechi / mucize yönü için çok şeyler söylenebilir. Çünkü
Kur’an’ın i’cazı / mucizelik ve olağanüstülük yönü vardır. Diğer lâfız ve
sözleri âciz bırakan tarafları hâvi / içerir.
Çünkü Ceziretü’l-
Arab / Arabistan yarımadası ahalisi / halkı; o asır / M. 7. Yüzyılda mutlak
ekseriyeti / büyük çoğunluğu bakımından, ümmî / okuma yazması olmayan bir
toplum idi. Ümmîliklerinden ötürü mefahir / övünülecek şeylerini ve tarihî /
tarihsel vak’a, hâdise ve olaylarını şiirlerle ifade ederek hafızalara emanet
ediyorlar. Çok kuvvetli hafızaları sayesinde, geleceğe ulaştırmanın yolunu bu
şekilde bulmuş oluyorlardı.
Ahlâkî mehasinini
/ güzelliklerini bu şekilde anlatmak ve yarınlara iletmek için, mevcut durub-i
emsal denen atasözlerini; kitabet / yazı yerine şiir ve belâgat / güzel ve
pürüzsüz söz söylemek suretiyle, geleceğe nakletme ve emanet etmenin yolunu
bulmuşlardı.
Böylece manidar /
bir mana ve anlam ifade eden bir kelâmı / bir sözü; şiir ve belâgat kisvesine
büründürerek; câzibe / çekicilik kazandırmak suretiyle, hafızalara nakşetmek
mümkün oluyordu.
Böylece, eslâfı /
öncekileri ahlâfa / sonrakilere ulaştırmak için, hafıza, zihin ve belleklerden
yararlanmış oluyorlardı.
Böylece her türlü
lâfzî / sözel edebî hazineleri; hafızadan hafızaya geçirerek istikbal /
gelecekteki Araplara ulaştırmanın çaresini bulmuşlardı.
İşte şu fıtrî /
normal ihtiyaçları yüzünden, Araplar ruha, içe ait his, duyuş ve düşüncelerini,
yani manevî hayatlarında yer alan sözel kıymetleri; o zamanda en ziyade revaç
ve gündemde olan fesahatli / kusursuz etkili ifade tarzı olan şiirlerle dile
getirerek, hafızalarda kolayca kalmasını sağlamışlar. Yarınlara olduğu gibi
nakletmenin en veciz, en kısa ve özlü yolunu bulmuşlardı.
Öyle ki, bir
kabilenin beliğ / açık, düzgün söz söyleyen bir edibi, en büyük bir millî kahraman gibiydi. En ziyade onunla iftihar
edilir / övünülürdü.
İşte İslâmiyetten
sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim; en revaçlı / geçerli ve iftiharlarına medar / övünçlerine vesile olan
ve şiddetle ihtiyaç duydukları belâgatta; dünya milletleri içinde en ileride ve
en yüksek mertebede idiler.
Belâgat o kadar
kıymettar / değerli idi ki, bir edibin bir sözüyle; iki kavim büyük bir
muharebe ve savaşa tutuşabiliyordu. Nitekim şairlerin tek bir sözüyle barış ve
uzlaşma sağlanabiliyordu.
İşte o zamanki
Araplarda şiirin etkisi o kadar büyüktü ki, onların içinde “Muallekat-ı Seb’a”
/ “Yedi Asılmış Eser” Cahiliye döneminde Kâbe duvarına asılan yedi şiir olup,
onunla iftihar etmişler, övünüp
durmuşlardır.