“Rusya’da
‘gerçek’ için iki kelime vardır; ‘Pravda’, insanoğlunun gerçeğidir. ‘Istina’,
Tanrı’nın gerçeğidir. Ama aynı zamanda ‘nepravda’ (gerçek olmayan) vardır ve bu
liderin kullandığı silahtır. Çünkü ne yapmadıklarını biliyor. Gerçek, o ne
derse odur.” (Fargo, S3, E4)
“Sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun. Dokunamadığın, tadamadığın
ya da koklayamadığın bir hapishanedesin. Beyninin içi bir hapishane. Ne
yazık ki, Matrix’in ne olduğu kimseye anlatılamaz. Bunu kendin görmek
zorundasın. Bu senin son şansın. Bundan sonra, bir geri dönüş olmayacak. Mavi
hapı alırsan, bu hikâye sona erer, yatağında uyanırsın ve istediğin her
neyse ona inanırsın. Kırmızı hapı alırsan Harikalar Diyarı’nda kalırsın.
Ben de sana tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm. Unutma… Sana vaat
ettiğim tek şey gerçek, fazlası değil…” (Matrix)
Siyasi
tarih, kitlelerin gerçeklik algısının yönetenler tarafından iğfal edildiği
örneklerle doludur. Kitleler tarih boyunca gerçeğe değil, liderin önce
kendisinin gerçek olduğuna inandırılıp sonra da söylediği şeye inanmışlardır;
“Biz dünyanın en harika elbisesini dikeriz ama diktiğimiz elbiseyi aptallar
göremez!”
Bir
önceki yazımızda Türk siyasetinin iktidarıyla muhalefetiyle tek merkezden
dizayn edildiğini ve bu yönüyle adeta hayal perdesinde sahnelenen bir
Karagöz-Hacivat oyunu olduğunu iddia etmiş ve Hayali’ye yani perde arkasındaki
asıl aktöre işaret etmiştik. Aşağıda kısa bir tarih yolculuğuyla bu Hayali
Efendi’nin kim olduğunun izlerini sürmeye çalışacağız.
Kısa Bir Tarih Gezintisi
Türkiye’nin Demokrat Parti
iktidarıyla ve NATO üyeliğiyle birlikte ABD’nin güdümüne girdiği söylenir ama
bu büyük bir yanılsamadan ibarettir. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ABD
menşeli şirketlerin Türkiye’de pek çok yatırım yaptıkları; demiryolu inşaatı,
kibrit üretimi ve hatta limanların işletme tekelinin bile ABD şirketleri
tarafından yapıldığı bir gerçektir. Yaklaşık 20 yıldır aralıksız savaşan,
elindeki nitelikli insan gücünü bu savaşlarda kaybeden ve nihayetinde ekonomisi
darmadağın olmuş bir ülke için gayet normal bir durum bu. Ancak ekonomideki bu
ABD hegemonyası, II. Dünya Savaşı’nın tüm dünyada meydana getirdiği
ekonomik-sosyal çöküş ve ABD’nin birden bire dünyanın patronluğuna yükselişiyle
birlikte Türkiye’de ekonomiden sonra siyasete de tahakküm etmeye başladı.
Ülkede güçlü bir tek parti otoritesi
hâkim olmasına rağmen, otoritenin başındaki İsmet Paşa’nın nasıl olup da –kendi
partisinden ayrılan muhalif grup tarafından- bir muhalefet partisinin kurulmasına
izin verdiği ve 1950’de gerçekleştirilen seçimi kaybedip nasıl olup da hiçbir
sorun çıkarmadan iktidarı Demokrat Parti’ye devrettiği hususları benim için
hala büyük bir soru işaretidir! Bunun sebebini İsmet Paşa’nın son derece
demokrat kişiliğine bağlayanlar var ama bu soru işaretinin ardındaki cevabın o
kadar basit olmasına ihtimal vermiyorum.
Antrparantez, yeni geçilen iki
partili sistemde partilerin adlarının ABD’deki gibi Cumhuriyetçiler ve
Demokratlar çağrışımı yapmasını bir kenara not edelim.
Demokrat Parti’nin iktidarının son
dönemlerinde Rusya’yla yakınlaşmaya başlaması kendileri adına sonun başlangıcı
oldu. Stalin döneminde Türkiye’den toprak talebinde bulunmaya kadar işi
vardıran ve iki ülke arasında gerilimi artıran SSCB’nin Stalin’in ölümünden
sonra bu taleplerinden vazgeçmesi gerilimi düşürmüştür. İlerleyen zamanlarda
iki ülke arasında ticari anlaşmalar gerçekleştirilmesi, bölgeye ilişkin
konularda dış işleri bakanı seviyesinde –kapalı kapılar ardında- görüşmeler
yapılması ve nihayet 1960 Temmuz ayı için Başbakan Adnan Menderes’in Moskova ve
hemen ardından da Hruşov’un Türkiye ziyaretlerinin planlanması bardağı taşıran
son damla oldu. Bu eksen kayması teşebbüsü Demokrat Parti’nin darbeyle
devrilmesi sonucunu meydana getirdi.
1960 sonrası kurulan ikinci
Cumhuriyet de iki partili sistemle devam etmeye çalıştı. Artık Demokrat
Parti’nin yerinde Adalet Partisi vardı. Ancak Türkiye’deki sağ ve sol arasında
seçmen sayısı yönünden ciddi bir kuvvet dengesizliğinin olması sağı bölme
ihtiyacını hasıl etti. 27 Mayıs’ın önde gelen isimlerinden Alparslan Türkeş
milliyetçi, başarılı bir mühendis olan ve aynı zamanda Adalet Partisi Genel
Başkanı Süleyman Demirel’in okul arkadaşı olan Necmettin Erbakan da siyasal
İslamcı birer parti kurdular.
1974 yılında Kıbrıs Türklerine
yönelik saldırılara bir son vermek amacıyla Türkiye’nin Ada’ya yaptığı müdahale
ambargoyla sonuçlandı. Birileri Türkiye’ye ekonomik sopa atarak siyaseti
yeniden dizayn etme yolunu seçtiler. Ekonomik sopa yeterli olmayınca, 1980’de
üçüncü Cumhuriyet’i kurdular. Artık siyaset sahnesinde yeni yüzler, yeni
anlayışlar vardı!
90’lar hem ekonomik hem de siyasi
olarak gerçek bir kaos dönemidir. 90’lardaki bu siyasi ve ekonomik kaos dönemi
devrin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Siirt’te (!) bir miting yaparak
şiir okuduğu için hapse atılmasıyla sona erdi. Siyasal İslamcı gelenekten gelen
bu Büyükşehir Belediye Başkanımız eski dava arkadaşlarıyla birlikte parti
kurdu, ABD ve İngiltere’de aralarında George Soros’un da bulunduğu finans
dünyasından isimlerle görüşmeler yaptı, 11 Eylül saldırılarından sonra dünya kamuoyunda
daha bilinir hale gelen Büyük Ortadoğu Projesi için “Ben BOP’un eş başkanıyım”
açıklaması yaptı, 2015 yılında kendisine Anti-Defamation
League
tarafından “Courage to Care Award” verildi. Sonrasında olan biten her şeyi
zaten biliyorsunuz.
Aşk Olsun Hayali Efendi!
Ey Hayali Efendi!
Onyıllardır toprak sahibinin
marabalarını çekip çevirdiği gibi koca dünyayı ve beraberinde bu ülkeyi de
çekip çeviriyorsun. Koca ülkenin yönetimini istediğin gibi dizayn ediyorsun.
Bunu bazen nahif bir şekilde bazen ekonomik yoldan sopa atarak bazen darbe
yaparak bazen de işgal ederek yapıyorsun.
Önümüze bir hayal perdesi kurdun ve
onyıllardır bu hayal perdesinde Karagöz-Hacivatlar çıkartıyor ve onları
istediğin gibi konuşturuyor birbirleriyle kavga ettiriyorsun. Biz safderunlar
da bu gölge oyununa kanıyor ve bu kavgada adını sosyalist, devrimci, ülkücü,
İslamcı, liberal vs. de koysak kimimiz Karagözcü oluyoruz kimimiz Hacivatçı.
Biz hayal perdesindeki kavganın tarafı olup birbirimize girerken sen arkadan
“parsayı” topluyorsun.
Öyle görünüyor ki en son oynadığın
oyunun da miadı doluyor ve sen de eski figürleri perdeden kaldırıp yeni
figürlerle yepyeni bir oyun sahneye koymanın planlarını yapıyorsun. Ve öyle
görünüyor ki her oyunun sonunda olduğu gibi Karagöz’ün eliyle ortalığı yıkıp
Hacivat’ın ağzından söylediğin şu sözleri söylemene çok az kaldı;
“Yıktın
perdeyi eyledin viran,
Varayım sahibine haber vereyim
heman”