‘Osmanlı’nın Mirasçısı Türkiye, İslâm Âleminin Liderliğini Üstlenmelidir.’
Makine Mühendisi, İktisâdî İşletme Uzmanı, Müellif ve Mütefekkir Prof. Dr. ERSİN NAZİF Gürdoğan ile Barışa ve Huzura Açılacak Kapılar Hakkında Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Osmanlı Devleti’nin târih sahnesinden çekilmek mecburiyetinde kalması ile dünyanın karşı karşıya geldiği durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan: Dünyada kitle haberleşme araçları, çok hızlı bir gelişme göstererek, tutum ve davranışları biçimlendirmenin, insanları yönlendirmenin ve zihinleri bulandırmanın en büyük sorumluları hâline geldi. Kitle haberleşme araçları, akan hayatı tüketime ve gösterişe ayarlayan devlet yöneticilerinin, teknokratların, bürokratların ve bütün kesimleriyle toplumun düşünce ve eylem dünyalarını yönlendiren ana kaynak oldu.
Dünyada görev ve sorumlulukları en çok tartışılan kurumların başında, kitle haberleşme araçları geliyor. Dünyanın her yerinde yüz yüze olunan kültürel çoraklaşma ve değer çözülmesinde kitle haberleşme araçlarının çok önemli çok büyük payı vardır. Türkiye ve dünyada bütün gazete ve televizyonlar, ülkelerinin yerel değerlerinin değil, Hollyvvood’dan bütün dünyaya ihraç edilen seküler değerlerin misyonerliğini yapıyor.
Kitle haberleşme araçlarının dünya, ülke ve aile düzeyinde ortaya çıkardığı çok boyutlu problemler kamuoyunda enine ve boyuna tartışılmıyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri gibi, bilgi ve bilgelik de alınan satılan bir nesne oldu. Bilginin bilgeliğe dönüşmesinde ortaya çıkan aksamaların yol açtığı sosyal, siyasî ve kültürel etkiler üzerinde hiç durulmuyor. Toplumun önemli bir kesimi nasıl bir bilgi kirlenmesiyle yüz yüze olunduğunun farkına bile varmıyor.
Çetinoğlu: Bu aymazlığın sebebi ne olabilir?
Prof. Gürdoğan: Ekonomik ürünler gibi bilginin de değeri, pazar mekanizmasının kuralları içinde belirleniyor. Her şeyin alınıp satıldığı bir ekonomide, ekonomik büyüme gizemli bir güç ve anlam kazandı. Gerek Türkiye’de, gerekse dünyada ortaya çıkan sosyal bunalımların kaynağında, ‘ne pahasına olursa olsun iktisadî büyüme ideolojisi’ yatıyor. Kitle haberleşme araçları; mukaddes değerlere bütünüyle kapalı, tüketim ekonomisini besleyen en önemli kaynaklardan biri hâline geldi.
Gazeteler, televizyon kanalları ve haber ajanslarıyla, mukaddes değerlere açılan her kapı, bilinçli bir biçimde kapatılıyor. Kitle haberleşme araçlarında, mukaddes değerlere kapalı seküler dünyanın perdelerini aralayan ve bilgiyi bilgeliğe dönüştüren aydınlara kesinlikle yer verilmiyor. Ekonomik büyüme ideolojisi insanlardan her gün biraz daha fazla düşünmelerini değil, her gün biraz daha fazla tüketmelerini istiyor.
Dinamizmini, ürettiği yapay ihtiyaçlara borçlu bir ekonominin gücü ve etkisi; tüketim uyarılarına açık, tanıtım duyurularıyla bilgisi kirlenmiş, insanların sayısıyla doğru orantılı olarak artıyor. İnsanın yüreğinin zenginleşmesine hiçbir katkıda bulunmayan, yalnızca tüketim ekonomisinin daha etkili çalışmasına destek olan, bilgilerle donatılmak eğitim kabul ediliyor. Eğitim insanlara nasıl olmaları gerektiğinin bilgisinden daha çok, nelere sâhip olmaları gerektiğinin bilgisini veriyor.
Çetinoğlu: ‘Algılama operasyonu’ denilen kavram, aslında ‘beyin yıkama ameliyesidir’ denilebilir. İnsanlar, ihtiyaç duyduklarını değil, kütle iletişim araçlarıyla kendilerine dayatılan her şeyi almaya yönlendiriliyor.
Prof. Gürdoğan: Evet! Kitle haberleşme araçlarının baskılarıyla, insanlar tabîi hayattan uzaklaşarak, doğru düşünme ve doğruyu arama sorumluluğundan kurtulduklarını sanıyor. Tüketim dünyasında insanların değerleri, ne olduklarından önce, ne olmaya çalıştıklarına göre belirleniyor. Yaşı ve işi ne olursa olsun, herkes tükettiği ürün ve hizmetlere göre değer kazanıyor. Kimse evinden veya sâhip olduğu arabasından daha değerli kabul edilmiyor.
Çetinoğlu: İnsan şuurunun esir alınmasının neticesi olsa gerek…
Prof. Gürdoğan: Kitle haberleşme araçlarıyla dünya ölçüsünde, yaygınlık kazanan tüketim kültürü, insanın gönlünün olgunlaşmasına ve ruhunun yüceltilmesine hiçbir katkıda bulunmadığı gibi, gerçek bilginin kirlenmesine de hız kazandırıyor. Bütün ülkelerde insanlar çevre kirlenmesinden daha çok bilgi kirlenmesiyle karşı karşıya olduklarının farkında bile değildir. Çevre kirlenmesinin kaynağı sanayi kuruluşları, bilgi kirlenmesinin kaynağı ise, başta gazeteler olmak üzere bütün kitle iletişim araçlarıdır.
Kitle iletişim araçlarının, abartılmış ve kurmaca haberlerinin yol açtığı yoğun bilgi kirlenmesi içinde, insanların gerçek bilgi kaynaklarıyla bağları büyük ölçüde koptu. Ekonomiden siyasî alana kadar hayatın her alanında etkisini gösteren, bilgi kirlenmesiyle ilimlerin hiyerarşisi altüst oldu. İlimlerin hiyerarşisinde tepe noktasında yer alan, mukaddes kaynaklardan beslenen bilgeliğin yerine, seküler kaynaklardan beslenen bilgiler geçti.
Çetinoğlu: Tünelin öbür ucunda mutlaka ışık olmalı… Değil mi?
Prof. Gürdoğan: Onu söyleyecektim… İnsanlara yaşanılan dünyanın dışında, yeni bir dünyanın kapılarını, kirlenmemiş sözün ustası, akılları hem başlarında, hem de gönüllerinde olan, bilgi ve bilgeliği altın oranda harmanlamasını bilen büyük bilgeler açacaktır. Bilgeliğe dönüşen bilgiyi, bilgiye dönüşen bilgeliği şahlandırmadan, düşünce ve eylem dünyası yeni boyutlar kazanmaz.
Bilgelik sınırların ötesinde, ülke kültürlerinin üstünde, bütün bilgeleri buluşturan yeni dünya ayrı bir dünyadır. İnsanlık târihinin içinden konuşan bilgelerin dışında hiç kimsenin yeni dünyanızın kapılarını açması mümkün değildir.
Çetinoğlu: Devlet idârelerinde siyaset ‘çok şey’ idi. Çizdiğiniz tabloya göre siyâset artık ‘her şey’ olma yolunda hızla ilerliyor. Üstelik kirlenmiş, kirletilmiş bir siyâset anlayışı… Bu noktaya nasıl gelindi?
Prof. Gürdoğan: Teşhisiniz doğru… Siyaset kirletildi. Bu noktaya nasıl gelindiğini şöyle izah etmek mümkün: Batı dünyası Asya ve Afrika’nın doğal kaynaklarına el koyarak, İngiltere’nin öncülüğünde gerçekleştirdiği sanayi devrimiyle, geçmişte benzeri görülmedik bir zenginliğe kavuştu. Batı ülkelerinin endüstriyel üretim gücü, doruk noktasına ulaştı. Batılı insanın ihtiyaçlarının ötesinde istekleri de fazlasıyla karşılanıyor. Batılı insan herkesin gözlerini kamaştıran en son, en yeni endüstriyel ürünlere sâhiptir. Batılının istediği önünde istemediği ardındadır. Batılı insan elde ettiklerini kaybetmekten korkuyor.
Çetinoğlu: ‘Batılı insan’ derken kimleri kast ediyorsunuz?
Prof. Gürdoğan: ‘Batılı’ derken anlatılmak istenen Amerikalısıyla, Rusyalısıyla ve Avrupalısıyla bir uçtan diğerine bütün batılılardır. Söz konusu korku; Camus, Faulkner veya Malraux’un sözünü ettiği cinsten bir korku değildir. Batılı ülkeler, Asya ve Afrika ülkelerinde, ulaştıkları zenginliği tehlikeye düşürecek, demokratikleşme çalışmalarından ve kültür hareketlerinden korkuyor.
Batı dünyası, başkalarının kaynaklarına el koyarak büyüttüğü zenginliğin, büyük soygunlara dayandığını görmenin dehşetini yaşıyor. Artık dünyanın kaynaklarını yok pahasına elde edemeyeceğinden korkuyor. Müslüman dünyanın kendileri gibi yaşamadıklarını, kendileri gibi yemediklerini, kendileri gibi giyinmediklerini, kendileri gibi içmediklerini ve kendileri gibi düşünmediklerini gördükçe, Batılıların korkusu bir kat daha artıyor.
Batılılar yakaladıkları ekonomik gücün yok olup gitmesinden, yakaladıkları üretim ve tüketim seviyesini düşürmekten korkuyor. Batı ülkeleri değişik yöntemlerle destekleyerek güçlendirdikleri dayatmacı siyasî yapıların, İslâm dünyasındaki demokratik hareketler tarafından yıkılmasından endişeleniyor.
Çetinoğlu: ‘Korkunun ecele faydası yoktur.’ Sözünden teselli umabilir miyiz?
Prof. Gürdoğan: Elbette… Kaybedecek şeyleri çok olanlar korkar. Batılılar gibi zenginliklerini, başkalarının fakirliklerine borçlu olanlar, daha çok korkacaktır.
Müslüman ülkelerin kendi değerlerine sâhip çıkma ve kendi kaynaklarına el atma yolundaki her kıpırdanışı, Batılıları ürkütüyor. Kıpırdanmaları bastırmak ve yönlendirmek için, Batılılar ve onların İslâm dünyasındaki sözcüleri, durmadan çağdaşlaşmadan, uygarlaşmadan modernleşmeden, sekülerleşmeden ve pozitivizmden söz ediyor. Kültürel dirilme, yine kültürle boğulmak isteniyor. Belirleyici olanın kültür değil, ekonomi olduğu sürekli tekrarlanıyor.
Çetinoğlu: Batılıların kabul ettirmeye çalıştığı çağdaşlaşma, modernleşme veya genel mânâsıyla batılılaşma nedir, nasıl bir şeydir?
Prof. Gürdoğan: Yerinde bir soru… Batının korkusunun kaynağını keşfetmek için, bu kavramlarla kabul ettirilmek istenenin ne olduğunu iyi anlamak gerekir. Aslında çağdaşlaşma, modernleşme ve Batılılaşma adı altında İslâm dünyasına, Batının seküler kültürü benimsetilmek isteniyor. Batı hayat tarzı ve Batının değerleri ihraç edilmeye çalışılıyor.
Çetinoğlu: Tespitlerinize göre İslâm kültürü ile batı kültürü arasındaki farkları belirtmeniz mümkün mü?
Prof. Gürdoğan: Mukaddes kültürün ana kaynağı İslâm kültürü seküler kültür gibi, tek dünya kültürü değil, iki dünya kültürüdür. İki dünya birbiriyle altın oranda harmanlanır. Hayatın bütün boyutlarında belirleyici olan ekonomi değil kültürdür. Batı dünyasının seküler kültürü Doğu dünyasının mukaddes kültürüyle içselleştirilir. Batı’da mukaddes kültür adına ne varsa hepsi Doğu’dan ödünç alınmıştır. Geçen yüzyılda dünyada Batılılaşma tartışıldı. Gelen yüzyılda dünyada Doğululaşma tartışılacaktır.
Çetinoğlu: Dikkatinizi çekmiştir. Savaşlar hep Müslüman ülkelerde…
Prof. Gürdoğan: Savaşan dünyada Müslüman ülkeler, savaş kuşağında yaşıyor. Batı ülkelerinin etki alanlarını genişletme yarışı, özellikle Asya ve Afrika’da dehşet verici savaşlara dönüştü. Batının tüketim ekonomileri Müslüman ülkelerin hammadde kaynakları ve pazarlarına el koyabilmek için, devam ettirdikleri acımasız rekabet, sıcak savaşlarla daha bir şiddetlenerek, büyük bir hız kazandı. Sık sık sıcak savaşlara dönüşen bu yarış, dünya hammadde kaynaklarının çok önemli bir kısmına sâhip olan Müslüman ülkelerin, güçlerini kırma, ekonomilerini boğma ve kültürlerini çözme savaşıdır.
Batılılar, üçüncü dünya ülkelerinin petrol ve benzeri hammadde kaynaklarını ucuza kapatmak ve pazarlarını ele geçirmek için, sıcak savaşlar dâhil her yola başvurmaktan çekinmez. Batının refah ekonomilerinin, başta petrol olmak üzere ana girdilerini Asya ve Afrika ülkelerinin hammaddeleri oluşturur. Söz konusu hammaddelerin Batıya akmasında ortaya çıkabilecek bir darboğaz, Batının bolluk ekonomilerinin rüyalarını karabasana çevirir. Bunun için, İslâm dünyasının hammadde kaynakları, Batı ekonomilerinin ana girdileri olma özelliklerini korudukları sürece, Asya ve Afrika’da devam eden sıcak savaşlara yenileri eklenecektir.
Batının tüketim ekonomilerinin çağdaşlaşma ve modernleşme adı altında yürüttükleri, pazar paylarını büyütme yarışı; ‘Batı tarzı yaşama’ Müslümanlar tarafından benimsendikçe, büyük işletmelerin kazançlarını katlayarak büyütme savaşına dönüşecektir. Pazardan pay kapma yarışlarıyla, kanlı savaşlar daha bir hızlanacaktır. Batılılar gibi yaşamaya heveslenen bir Müslüman’ın tüketimini artırma isteğiyle; Batılıların İslâm dünyasının hammaddelerine el koyma savaşı, daha bir hız ve yoğunluk kazanacaktır.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, özellikle Ortadoğu ve Balkanlarda, bir otorite boşluğu doğdu. Batı ülkelerinin sanayileşmelerini gerçekleştirerek, bolluk ekonomisi aşamasına gelebilmeleri için, Osmanlı Devleti’nin dağıtılması gerekiyordu ve dağıtıldı. Yüzyılın başında dört beş milyon metrekarelik bir ülke, beş on yıl içinde on beş devlete bölünerek, dağıtıldı.
Çetinoğlu: Osmanlı’nın dağılmasından sonraki durum hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Prof. Gürdoğan: Ortadoğu ve Balkanlar’da ortaya çıkan otorite boşluğu, biri Kapitalist diğeri de Sosyalist olan iki imparatorluk tarafından dolduruldu. Bu güçler öylesine kuvvetlendiler ki, Yirminci yüzyılın ilk yarısında, dünya bu iki imparatorluk tarafından yalnızca iktisadî olarak değil, sosyal ve kültürel olarak da yağmalandı. Osmanlı Devleti, böylesine sancılı bir şekilde dünya politikasındaki yerini ve gücünü yitirmemiş olsaydı, yeryüzünün hammadde kaynakları bu iki kutup arasında yağmalanmayabilir ve tabiat böylesine kirletilmeyebilirdi.
Osmanlı’nın yıkılmasıyla doğrunun peşinde ve zayıfların yardımcısı bir ülke dünya sahnesinden çekildi. Darwinyen kuralların işlerlik kazandığı, güçlünün zayıfı ezdiği, bir ekonomik ve sosyal yapı oluştu. Oysa Müslüman ülkeler dağılmasalardı, Kapitalist ve Sosyalist imparatorluklar, bu kadar kendi sınırlarının dışına taşmazlardı. Ve dünyayı da silahları ve değişik endüstri ürünleriyle böylesine dehşet verici savaşlara sürüklemezlerdi.
Batılı soygun imparatorluklarının çıkar çatışmaları yüzünden, dünyada savaşların önü arkası gelmiyor. Asya’da, Afrika’da ve Latin Amerika’da savaşlar, Batı toplumlarının silah endüstrilerine kan sağlamak ve silah satışlarını daha hızlı artırmak için birbirini izliyor. Dünya kontrolden çıkmış, özeleştiri yapma yeteneğinden mahrum, Batılıların güç gösterisi yaptıkları yarış alanına döndü.
Geliştirdikleri nükleer silahlarla, bu Batılı güçler yalnızca birbirlerini değil, bütün dünyayı tehdit eder bir konuma geldi. Batılıların aralarındaki güç çatışmaları, yeryüzünü kan gölüne ve Ortadoğu’yu ateş topuna çevirdi. Dünyanın Yeni Deli Dumrulları; kendileriyle işbirliği yapanın da yapmayanın da kaynaklarını yağmalayarak, kendi ülkelerine taşıyor.
Çetinoğlu: Peki Efendim, köprübaşlarını tutan Deli Dumrullardan kurtulmanın çareleri bulunabilecek mi?
Prof. Gürdoğan: Çârelerin olduğu muhakkak. Dünyada ne olup ne bittiğinin üzerinde tutarlı bir çalışma yapılırsa, ilk olarak yapılması gereken, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan otorite ve sorumluluk boşluğunu dolduracak, ‘Müslüman Ülkeler Birliği’ni kurmaktır. Ayrıca bu konuda atılmış olan adımları hızlandırmak, kültürden ekonomiye kadar her alanda işbirliği yapmak gerekir. Daha yerinde bir deyişle, İslâm dünyası yeryüzü ölçüsünde saflarını sıklaştırmak mecburiyetindedir.
Dirsek teması, namazda olduğu gibi gönül temasına geçmenin ilk ve önemli adımıdır. Bunun için, sürükleyici özelliğe sâhip olan Türkiye gibi bir ülkenin baş çekmesi bir adım öne çıkması gerekir Öne çıkan ülke, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Beylikleri çevresinde toplamasında olduğu gibi, haksızlığa uğrayan, ezilen ülkelerle birlikte Müslüman ülkeleri yanına alarak, sözü edilen birliği kurma yolunda gayret etmelidir.
Çetinoğlu: Nâzım rolü Türkiye’ye veriyorsunuz…
Prof. Gürdoğan: Toparlayıcı ve sürükleyici olmada en güçlü aday Türkiye’dir. Türkiye’nin AB içinde Batı dünyasıyla bütünleşmeye çalışarak bu târihî görevinden kurtulması mümkün değildir. İstensin, istenmesin AB içinde veya dışında, bir gün Türkiye, bu toparlayıcı ve sürükleyici görevini yerine getirmek için, büyük bir sorumluluk taşıdığının bilincine varacaktır. Türkiye’nin AB içinde Batı ile bütünleşme beklentisi, sorumluluktan kaçmanın bir bahanesi olamaz.
Türkiye AB içinde yer alarak, söz konusu tarihî vazifesinden uzaklaşamaz. Türkiye’deki baskı grupları ve güç odakları, istemeseler de bir gün, Anadolu’da yaşayanlar, otorite boşluğuyla ortaya çıkan kirlenmenin önüne geçmek için, büyük bir kültürel ve iktisadî savaş vermek üzere, Batı ile karşı karşıya gelecektir. Türkiye AB’nin tam üyesi olarak Batılıların dostluğunu kazanamayacağı gibi, Batıyla hesaplaşmaktan da kurtulamaz.
Prof. Dr. ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN:
1945 yılında Eskişehir’de doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Makina Mühendisliği alanında yaptı. İşletme İktisadı Enstitüsü’nün uzmanlık programını 1968 yılında tamamladı. Devlet Planlama Teşkilatı’nda 1968 yılından 1972 yılına kadar uzman olarak çalıştı. Erzurum Üniversitesi’nde başladığı akademik çalışmalara, Maltepe Üniversitesi’nde devam etmektedir. Gürdoğan 1975’de doktor, 1987’de doçent ve 1994’de profesör oldu. Evli ve üç çocuk sâhibi olan Gürdoğan, Mâverâ Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı.
Gürdoğan’ın yayınlanmış kitapları:
1-Üretim Planlamasında Doğrusal Programlama ve Demir Çelik Endüstrisinde Bir Uygulama, 2-Ticarî ve Sosyal Açıdan Proje Değerlendirme Yöntemleri, 3-İşletmelerde Yatırım Yönetimi, 4-Girişimcilik ve Girişim Kültürü, 5-Hicaz’dan Endülüs’e, 6-Günler Akarken, 7-Zamanı Aşan Şehirler, 8-Teknolojinin Ötesi, 9-Kültür ve Sanayileşme, 10-Görünmeyen Üniversite, 11-İki Dünyanın Hesaplaşması, 12-New York’tan Los Angeles’a Yeni Roma, 13-Kirlenmenin Boyutları, 14-Düşünceyi Eylem Bilmek.