“Âlemin kapıları açık fakat manen kapalıdır.” Bunun gibi, İstanbul muhteşem tarihiyle önümüzde el pençe divan durmakta ama manen kapıları kapalı bulunmaktadır.
Çünkü kâinatın miftahı yani onu açıp açıklayacak olan anahtarı elinde olan insan; ne yazık ki bunun farkında bile değil. Tıpkı:
“Ol mâhiler ki derya içredir fakat deryayı bilmezler!” / “O balıklar ki deniz içindedir lâkin denizi bilmezler!” mısra ve dizesinde geçtiği gibi.
Böylece bu gaflet, bu farkında olmayış İstanbul’un kenz-i mahfî / gizli hazinelerinden bizleri mahrum ve yoksun bırakmaktadır.
İşte bu; İstanbul da yaşamak fakat İstanbul’u yaşamamaktır. Oysa:
“İnsanı hayvandan ayıran şeylerden biri: Mazi / geçmiş ve müstakbel / gelecek ile alâkadar / ilgili olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın / hakkıyla düşünecek bir idrâke / algıya malik değildir.
“İkincisi: Gerek enfüsî gerek afakî, yani dahilî / iç ve haricî / dış şeylere taalluk eden / ilgi duyan insan idraki / anlayışı, küllî / kapsamlı ve umumî / geneldir.”
Yani insan çevresinde olup bitenlere -ister eskide olsun ister yenide- bigâne ve kayıtsız kalamaz. Kalmamalı da.
Kalanlar varsa şayet; onlar İstanbul da yaşamakta fakat İstanbul’u asla yaşayamamaktadırlar.
Evet baş gözü, tarihsel yapıları görüp de, mana ve akıl gözü bu sanat eserlerini yapanları görmezse çok garip kaçar. Pek çirkin düşer. Çünkü o halde, yapanların manen görünmemesi, bakanın basiretsizliğindendir.
Yani mana gözünün yokluğundan veya kalb gözünün körlüğünden. Aynı zamanda bu görüşü sağlayacak tarih kültürünün yetersiz oluşundandır.
Yoksa, eser sahibinden gafil olmak bir bakıma onu inkâr etmektir. Üstelik gözün gördüklerini inkârdan daha büyük bir kabahattir. Yani insan gördüklerini inkâr etse, gördüklerini yapanı inkâr etmek kadar büyük bir kusur işlemiş sayılmaz.
İşte gördüklerinde görülmeyeni göremeyen insan, İstanbul da yaşamakta fakat İstanbulu yaşayamamaktadır.
Her tarihsel eser insanı bast-ı zaman / zaman genişlemesiyle başbaşa bırakır. Birkaç dakikalık bakışı, insana bir anda çok seneler yaşatır. Birkaç saat bakış süreci ise, insanı binlerce sene yaşatmış gibi bir sonuca götürür.
İşte tarihsel eserler insanı kısa zamanda böyle yüzyılları kapsayan bir süreçle başbaşa bırakır. Tarihsel uzun bir süreçten geçmesini sağlar. Âdeta tarih tüneline sokar.
İşte bu süreçten geçmeyenler İstanbul da yaşamakta fakat İstanbulu yaşayamamaktadırlar.
Nasıl ki kelimede geçen her harf, başkasının manasını gösterir. Âdeta bunun için bir âlet hükmündedir.
Tarihsel her eser de, kendisinden ziyade; kendisini yapan elleri, kendisini düşünen kafaları, kendisini gerçekleştiren irade ve istenci gösterir. Görülenden ziyade; görülmeyenden, bilinenden çok bilinmeyenden haber ve bilgi verir.
Eğer kitapsa yazanından, heykelse yapanından, cami veya kilise ise mimarından bizlere ulaşan açık mektuplardır. Ki bizlere onları anlatır, onları nakleder, onlardan sözeder.
Bu yönleriyle ilim ve hikmete kapı açarlar. Yoksa birer isim verip geçiştirir, üzerinde derince durmazsak; bu boş ve yüzeysel bakış katmerli bir cehalet olur.
İşte birinci ve asıl bakıştan mahrum ve yoksun oluş, İstanbul da yaşamak fakat İstanbulu yaşamamaktır. “Eğer insan benliğine mîzan / ölçü nazarıyla bakarsa” çevreden zihnine akıp gelen dış bilgileri, gördükleri tarihsel eser ve yapıtları insanın yapmasının çok olağan şeyler olduğunu tasdik eder ve eskiden beri yapılanları tabii ve doğal karşılar. Hem cinsiyle bu kabiliyet ve gösterdiği bu becerilerinden dolayı iftihar eder övünür. “Nev’imle iftihar ediyorum” derse. Ki demeli. İşte bu düşünce, hayal ve tasavvurlardan mahrum oluş; İstanbulda yaşamak fakat İstanbulu yaşamamaktır.