Hilâl, Salip ve Hilâfet

109

Hilâfetin / Halifeliğin kaldırılmasında yatan bir başka sebep de aydınların; bütün savaş ve felâketlerin başında İslâm oluşumuz geldiği şeklinde bir inanışa (!), zamanla kendilerini kaptırmış olmalarıydı. Sanıyorlardı ki, İslâm bir kenara itilir! Onunla bağlar kesilir! O bir kenara konursa! Batı; bize olan hıncını kaybeder! Bize olan hışmı geçer! Bize olan kini kalmaz! Bizi kendinden sayar! Artık Hilâl-Salip çatışması ve Haçlı Seferleri biter. Durum “Sen sağ ben selâmet.” denen bir keyfiyet arzeder. Artık millet rahat bir nefes alır. Sürtüşmeler son bulur. Bundan böyle Batı’yla gül gibi geçiniriz! Al gülüm ver gülüm misali. Tam bir dostluk anlayışı içine gireriz. Tabi bu düşünce sahipleri; işin bir de Türkiye’nin konumu bakımından önemi olduğunu unutmuşa benziyorlardı. Türkiye’nin stratejik konumu bir tarafa, ayrıca toprak altı zenginliği, bereketli toprakları, gür su kaynakları olduğunu da hesaba katmıyorlardı.

Kısaca Batılılarca “Türkiye’nin, Türklere bırakılamayacak kadar değerli oluş keyfiyeti.” de hatırlanmıyordu. Bu gerçeği kavradıklarını; dün, Türkiye’yi fiilen işgal ederek gösteren Avrupa; bugün bu gerçeği, açıkça ifade etmekten geri kalmıyor. Nitekim “İstanbul ne güzel bir şehir.” diyen bir Japon tarihçisine, meslektaşı Amerikan tarihçisinin “Bir de Türklerin elinde olmasa!” şeklindeki cevabı ne kadar düşündürücü. Bir o kadar da gerçeğin ifadesi. Aynı zamanda, o tarihçinin ağzından, Batı resmiyetinin baklayı ağzından çıkarması. Türkiye hakkında besledikleri emellerin gün ışığına çıkması. Bu niyetin ne kadar taze, zinde ve devam ediyor oluşunun somut bir göstergesidir.

Batı’nın bitmek tükenmek bilmeyen bu potansiyel istek, arzu ve hedefleri bir yana; kuzeyin yani Rusya’nın emelleri, hedefleri de sanki unutulmuşa benziyordu. Rusya konumu itibariyle kuşatılmış. Kuzeyde mahsur kalmış gibidir. Avrupa, Kuzey Buz Denizi ve Çin tarafından. Güneye, sıcak denizlere inmesi, onun coğrafyasının doğal isteğidir. Rusya’nın sıcak denizlere iniş yolu ise Boğazlardan geçmektedir. Rus emelleri ancak Boğazları ele geçirmekle gerçekleşir. Yâni Rusya’nın nihaî gayesinin hayata geçirilmesi, Boğazlara tam hâkimiyetine bağlıdır. Bu ise Türk-Rus savaşı demektir. Nitekim tarihte bunu defaatle, kaç kere denemiştir. Tarih, sayısız Türk-Rus savaşının sahneleriyle doludur. Çünkü onlar orada, biz burada oldukça, Türkiye çatışmaların odağı olmaktan kurtulamaz. Zaaf alâmeti gösterdiğimiz anda, Rus’un bu ihtiras ve hırsı kendini gösterecek.

Gerçekleştirmek istediği hayalleri yeniden depreşecektir. Çünkü Türkiye’yi ezip geçmek isteği, her zaman pusuda beklemektedir. Nitekim bu gibi durumlar içindir ki, Şair:

“Hazır ol cenge eğer istersen sulh u salâh.” demekten kendini alamamıştır.

Velhasıl bu topraklarda barınmak zor. Bizden başka hiçbir millet bu kadar dayanıklı olamazdı. Bizden başka hiçbir millet varlığını bu denli devam ettirmek gücünü gösteremezdi. İşte Türkiye; kuvveden fiile çıkmamış nice potansiyel güçlerin iştahlarını kabartan bir ülkedir. Hâlen de bu durumunu muhafaza etmektedir.

Son devir aydın, düşünür, komutan ve idarecilerimiz; bitmeyen savaşların getirdiği usanç ve bitkinlikten olsa gerek; savaşların temelini Hilâl-Salip gerginliğinde aramış ve görmüşler. İslâm sıfat ve vasfından soyutlanırsak; rahat bırakılacağımız düşünce ve hayaline kapılmışlardı. Bu düşüncenin yanlış olduğunu, bugünkü durumumuz da doğrulamaktadır. Halifelikten vazgeçtiğimiz, anayasamızdan “Bu devletin dini İslam’dır.” hükmünü çıkardığımız, laik bir devlet olduğumuz hâlde, yine de Batı’ya bir türlü yaranamadık. Haçlılara yine de hoş görünemedik! Velhasıl Avrupa, Türkiye üzerindeki emellerinden bir türlü vazgeçmedi.

Nitekim, Ermeni terör örgütü ASALA’nın Türk devlet adamlarına karşı estirdiği teröre; Batı’nın yan çıkması bunun ispatıdır. Yıllarca süren PKK terör örgütüne bütün Avrupa’nın yataklık yapması, destek vermesi, maddî-mânevî arka çıkması. Hâlen bu tutumlarına devam etmeleri, bunun somut kanıtıdır. Demek ki çare şahsiyetimizden taviz ve ödün vermekten geçmiyormuş. Çare milletçe; olduğumuz gibi görünmek, göründüğümüz gibi olmakmış. Çünkü başkalarının yürüyüşünü taklit etmek isteyenler, sonunda kendi yürüyüşlerini de unuturlar.

İşte asıl korkulacak düşman budur. İşte asıl helâk ve yok oluş bu şekilde gerçekleşir. Allah göstermesin.

 

 

Önceki İçerikGüvenli Bölge ABD ve İsrail Projesine Hizmet Eder
Sonraki İçerikKonu Siyasi Olacak ama Yazmak Zorundayım
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.