“Hükümet, borçların yıllık taksitlerini ödeme zamanı gelinceye kadar bunlarla meşgul olmamak ve vadeleri geldiğinde uykudan uyanmak âdetini benimsemişti. Bu sebepten,1866 senesi yıllık ödemeleri için hiç bir hazırlık yapılmadığı halde, bunlar gelip çatmışlardı. Taksitleri ödemek için yine yeni bir borçlanma düşünüldü.”
Bu cümleleri Özge Varol isimli bir araştırmacının Yüksek Lisans tezinden aldım.
Görülüyor ki ceddimiz Osmanlı da şimdiki yöneticilerimizden pek farklı davranmamış. Bir başka deyişle şimdiki yöneticilerimiz ecdadımızın yaşadıklarından ibret almamış.
Son 16 yıldır hızla artan dış borçların taksitlerini ödeme zamanı gelmişti. Fakat hükümet saray, yol, AVM gibi inşaat işlerine para harcamakla meşguldü.
Vade gelip yeni borç para bulunamayınca “dış güçler bize ekonomik savaş açtı” dediler.
Recep Tayyip Erdoğan‘a emanet edilen devletimiz ile damat Berat Albayrak‘ın eline teslim edilen Devlet Hazinesi’nin “ABD menşeli ekonomik saldırılar altında olduğunu” sanıyorduk.
Bir de baktık ki Türkiye ekonomisinin yönetimi Mc Kinsey adlı bir ABD’li şirkete devredilmiş.
Her ne kadar bu şirketin “sadece danışmanlık yapacağı, icra yetkisi olmadığı” söylense de tarihi örnekler bu sözlere inanmamıza engel oluyor.
Bu “danışma şirketi”, Türkiye’nin borçlu olduğu banka, banker ve devletlerin alacaklarını teminat altına almak, Türkiye’de borçları ödeyebilecek güvendikleri bir ekonomik yönetim tesis etmek için görevlendirildi.
Bu tercih IMF tercihinden de kötüdür. Çünkü “IMF uluslararası düzeyde güven duyulan bir kurumdur. IMF’de 180’e yakın ülke var ve yaptıklarında saklı gizli işler dönmez.” (Durmuş Yılmaz)
Tıpkı Osmanlı Devletinin dış borçlanma serüveninin sonuna benzeyen bir süreç yaşıyoruz.
Şüphesiz “siyasal bir kurum değildir Mc Kinsey. Devletlerin vekili ya da temsilcisi de değildir. Özel bir şirkettir.”
Ancak, ABD ve Avrupa diplomasisi, Mc Kinsey’e sanki kendi temsilcisiymiş gibi davranacaktır.
Mc Kinsey ABD’nin siyasi himayesinde bir kuruluştur.
Kısa zamanda “devlet bütçesinin tamamına yakını üzerinde söz sahibi, gerçek anlamda devleti yarı sömürge derekesine indiren, Batı’nın ileri karakolu gibi çalışan bir kurum olduğu” ortaya çıkacaktır.
Bu şirket ABD ve AB’li alacaklıların haklarını savunan bir kuruluş olarak görev yapacak. Bu arada hükümeti de ciddi bir disipline sokarak bazı faydalar da sağlayacaktır.
Ancak bu türlü kurumlar aynı zamanda emperyal devletlerin siyasi emellerine de hizmet ederler.
Çevremizde sınırlar yeniden belirlenir, hâkimiyet alanları tesis edilirken bu şirketin yönetimindeki “ofis” devlet içinde devlet haline gelecek, tamamen devlet dışında işler yapabilecektir.
Tıpkı Düyun-u Umumiye İdaresi gibi.
*******************************
Borç Parayla Saraylar Yaptık
Osmanlı Devleti, 1854’ten 1874 yılına kadar, 15 ayrı dış borçlanma (istikraz) yaptı. Toplam 239 milyon lira borçlanmıştı; ama ağır faiz yükü nedeniyle hükümetin eline yalnızca 127 milyon Osmanlı Lirası geçmişti.
1865 borçlanması ile onu takip edenler, hep eski borçlanmaların taksitlerini ödemeye ve bütçe açığını kapatmaya tahsis olunduğundan, Hükümeti mali bir uçuruma doğru sürüklüyordu. (İ. Hakkı Yeniay)
Gittikçe daha fazla borç ihtiyacı için ülkenin geri kalan kaynaklarının teminat gösterilmesi bile yetmiyordu.
“Kartopuna benzeyen bir durum meydana gelmişti. Avrupa’dan daha fazla borç sağlandıkça Türkiye’de harcamalar artıyordu.”
Ekonomi bu durumdayken, 5 milyon altına mal olan Dolmabahçe Sarayı inşaatı 1856’da tamamlandı. 5.320 kişinin hizmet verdiği sarayın yıllık masrafı 2 milyon sterlindi.
1865’te padişah “Beylerbeyi Sarayı”nın açılışını yaptı.
1857’de Abdülmecid’in, II. Mahmut’un eski sarayını yıkarak başlattığı “Çırağan Sarayı” inşaatı 1871’de bittiğinde toplam masraf “2,5 milyon altını” bulmuştu.
Beylerbeyi Sarayı ve Yıldız Sarayı müştemilatı için 5,5 milyon altınlık bir harcama yapıldığı dikkate alınırsa, bu dört saraya toplam 12 milyon altın harcandığı görülecektir. Bu dört sarayın yıllık masrafının da 1854’ten 1879’a kadar geçen 25 yılda “100 milyon” Osmanlı Lirası olduğu hesaplanıyor.
Ulu Hakan Abdülhamid Han da eksik kalmadı. 1880’de, eski “Yıldız Sarayı”nın yanına bir saat kulesi, bir porselen atölyesi bir de cami yaptırdı.
25 yılda sarayların yapımı ve diğer masrafları için yapılan toplam masrafın kabaca “200 milyon” Osmanlı Lirası olduğu kabul edilebilir.
Borç içindeki devletin savurganlığı konusunu Donald Blaisdell şöyle anlatıyor:
“Hükümet borç vereceklerin peşindeydi. Gelecek yılın aşarını karşılık göstererek borç almak, yerel yönetimi tasarrufa zorlamaktan ve cari harcamalar yapabilmek için aşar üzerinde denetim kurmaktan daha basitti. Veya sürekli artan iç borçları dışa yöneltmek merkezi yönetimdeki savurganlığı ortadan kaldırmaktan daha kolaydı.
Devamlı artan saray borçları iç borçlanmayla ödeniyor ve doyum noktasına gelindiğinde iç borçlar dış borçlara dönüştürülüyordu.“
Sadece saraylara harcadığı parayı savurmasaydı, muhtemelen Osmanlı hiç borç almadan yüzyılı tamamlayabilir, Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi batağına düşmeden güçlü bir devlet olarak yaşayabilirdi.
Fakat öyle olmadı.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyetine 84,5 milyon TL borç devredildi.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’dan miras Düyun-u Umumiye borçlarını 1954 yılına kadar ödemek zorunda kaldı.
***
Düyun-u Umumiye’ye giden süreci gelecek yazıda anlatacağım. Son 16 senede Türkiye’nin borç paraları verimsiz alanlara harcamasının; tarımı, sanayiyi, bilgi teknolojilerini geliştirmek gibi hedeflere harcamayıp, har vurup harman savurmasının, (AKP’lilerin pek sevdiği) Abdülmecit ile başlayan “padişah efendilerimizin” tavrının bir benzeri olduğunu göreceksiniz.
Şimdilik şu kadarını söylemek isterim: Mc Kinsey‘in Türkiye ekonomisine “kayyum” olarak atanması bir 21. Yüzyıl Düyun-u Umumiyesidir.
Varlık Fonunun kurulması ve Yönetim Kurulu Başkanlığına Tayyip Erdoğan’ın, yardımcılığına da Berat Albayrak’ın getirilmesi ülkenin kalan varlıklarının bu “kayyum” tarafından yönetilmesi için hazırlık sayılabilir.
AKP bu nesli mağdur ettiği gibi gelecek nesillere de çok ağır bir miras bırakacak…