Çanlar Ekonomi İçin Çalıyor

107

Önceki yazılarımda da vurguladığım şu idi; Türkiye’nin kamu ve özel sektör dış ticaret cari işlemler açığı var, bunu dış borçlanma ile kapatıyoruz.

En kötüsü de, cari açık kronik yani yapısal olduğundan, vadesi gelen borcu ekonomimiz “cari fazla” veremeyince kapatamadığımızdan dolayı, vadesi gelmiş borçları çevirmek için tekrar tekrar borç alıyoruz.

Yani kartopu gibi büyüyen borç sarmalı!

Cari açık borçlanması dışında; belli bir kullanma limitini aşmazsa aradaki farkın kamu tarafından karşılanması yani yıllık ödeme garantili köprü, metro, tünel, santral gibi “yap ve işlet” işler için gelen fonlar da hazineye yük olduğundan, borç hanemize “artı” olarak yazılıyor.

Gelişmiş ülkelere göre, daha yüksek faiz ve vergi avantajları nedeniyle Türkiye’ye akan yabancı fonlar, yabancı ortaklı bankalar tarafından şirket kredileri, konut ve tüketici kredileri şeklinde dağıtıldı.

Yerli kişi ve şirketler de -bize göre bol ve ucuz sandığımız(borç veren yabancıya göre tersine çifte kavrulmuş kâr)- yabancı fonların cazibesiyle aşırı borçlanmaya yönelince, borç hanemiz kabardıkça kabardı.

Hem borç alıp faiz ödedik hem de aldığımız borçlarla adamların mallarını satın aldık, al sana çifte kavrulmuş kâr!

Borç almak ilkin en cazip ve en kolay yoldur.

Fakat borçlar kapatılmayıp ötelendikçe, aşırı borçlanma nedeniyle limit aşımı ve gittikçe artan maliyetler neticesinde borçlar çevrilemez hale geliyor.

Tehlike sadece borçlanma meselesi olsa iyi !

Yeniden borçlanmak zorlaşınca, “yeni borç veririm ama ulusal meselelerle birleştirip pazarlık unsuru olarak masaya koyarım” denilirse, borç sorunu “beka sorunu” halini bile alabilir.

Şahıs ve şirketlerin kredi kartlarının, konut ve tüketici kredilerinin nasıl ki bir limiti varsa, devletlerin de uluslararası borçlanma limiti var.

Pekiyi bunu kim derecelendiriyor?

Şahıs ve şirketlerin kredi kartlarının, konut ve tüketici kredilerinin limitini nasıl ki “KKB” yani “kredi kayıt bürosu” kuruluşu derecelendiriyorsa, devletlerinkini de uluslararası kredi kuruluşları derecelendiriyor.

Moody’s ve S&P gibi kredi derecelendirme kuruluşları bu görevi görüyor.

Kredi derecelendirme kuruluşlarının gayesi, ülkelerin kredi notunu düşürüp veya notunu arttırarak; global yatırımcılara ya da büyük global fonları yöneten finansal kurumlara hitaben, fonlarını sokacağı ülkelerin risklerini raporlayıp, olumlu ya da olumsuz anlamda uyarmaktır.

Kredi derecelendirme kuruluşlarının raporları olumlu iken de eleştirdiğimden, elbette bu kuruluşlar çok güvenilir demiyorum, ama fonlar Türkiye’ye akarken bu kuruluşlar Türkiye için olumlu rapor yazıyorlardı, o zaman hükümet bunları alkışlıyor, iç siyasi propaganda malzemesi yapıyordu.

Sen elin parasına muhtaçsan, elin oğlu istediği atı oynatır, maalesef sen de atlarına eyer olursun.

Konuya gelince; her dönem ucuz maliyetli dış borçlanma sağlayamazsınız, dış konjönktür buna uygun olursa kolay olur, faiz maliyeti de eskiye nazaran düşük olur.

Kredi derecelendirme kuruluşlarının raporlarıyla da desteklenirse; ülkenin riski düşer ve krediler açılır, borçlanma limiti de artar.

Türkiye açısından konunun başına dönersek; alınan borcun kredi maliyeti düşük olsa bile, aldığınız borcun nerede kullanılacağı ondan çok daha önemlidir.

Ekonomik canlılık dönemlerinde dışarıdan gelen fonlar kredilere dönüşüp, imalat sanayi ve endüstriyel tarım sektörleri yerine; yol, tünel, köprü, AVM, konut gibi inşaat sektörüne ve yüksek teknolojik ürün ithalatına doğru aktı.

İnşaat sektörü bir döneme mahsus istihdam sağlar yani iş yaratır, aş yaratır.

Fakat inşaat sektörünün sürekliliği yoktur, ihracata yönelik olamadığı gibi, iç tüketimi de tetikler.

İçeride tüketim tetiklendikçe, dünya ticaret pazarına ardına kadar açık ekonomik yapımız nedeniyle, ithal ürünlere olan tüketim talebi daha da artar.

İthalat patlaması ile GSYH yani kısaca “milli geliri” rakamsal olarak artıyor şeklinde görürsünüz.

Oysa bu tamamen balon bir artıştır.

Düşük kur ve aşırı borçlanma ile tetiklenen tüketim artışının oluşturduğu balon bir artış !

Kalıcı bir milli gelir artışı değildir.

Nitekim milli gelir, Türk lirası cinsinden toplam brüt kazançlar ABD dolarına çevrilerek dolar cinsinden hesaplanır.

Dolar kuru Türk lirası karşısında hızla değer kazanmaya başlayınca, haliyle milli gelir de dolar bazlı olarak aşırı küçülecektir.

Evvelden pek övünülen, aslında düşük kur ve bol borç nedeniyle balon olan, kişi başına ortalama 10.000 dolar, ortalama brüt 800 milyar dolar milli gelir artık anılarda kaldı.

Uzun süre düşük seyreden dolar kuru dönemlerinde, milli gelir rakamları gerçek büyüklüğü yansıtmaz.

Çünkü kurun değeri, gerçek değer değildir.

Kur artıp, gerçek değerini buldukça, hem üstü örtülen ekonomik zaaflar nüksedecek hem de balonlaşan milli gelir rakamları gerçek değerini bulacaktır.

Gerçekler acıdır, durumu özetlersek:

ABD tarafından değeri belirlenen dolar, gerçek değerinin altında yıllarca bize satıldı, şimdi değeri katlanarak geriye isteniyor.

10 sene önce aldığımız borcu yedik bitirdik, şimdi en az 4 katı değerle geriye ödeyeceğiz.

Milli gelir ise kur arttıkça eriyip gidiyor.

Yakın dönemde G20 listesinde 17. sıradan daha aşağı sıralara doğru inersek hiç de sürpriz olmaz.

Artık çanlar Türkiye ekonomisi için çalıyor.